29 Mart 2009 Pazar

GENÇLİK ATEŞİ !!..(1)

The Wackness
Nick and Norah’s Infinite Playlist,
Twilight...


Elimize üç adet “ah aah, hey gidi gençlik “ dedirten sırasıyla iyi, şirin ve vampirli filmlerimiz var. Üç filmdeki tüm çiftler hemen hemen aynı yaştalar. Üç filmin de müzikleri güzel. Ama pek de fazla ortak yönleri yok. Yine de üçü de izlediğinde kendimizden birşeyler bulabileceğimiz tarzda. Sözü fazla uzatmadan ilk sırayı The Wackness’a veriyor ve “Gençlik Ateşi” başlıklı yazımızın devam edeceğini dip not olarak düşüyorum.

Başrollerini Sir Ben Kingsley ve Josh Peck ‘in paylaştığı filmin yönetmenliğini daha önce All The Boys Love Mandy Lane ‘i de çeken Jonathan Levine yapmış. Filmin senaryosu da kendisine ait olan Levine, Brown mezunu ve New York’a döndükten sonra Amerikan Film Enstitüsü’ne başlamış. Bitirme tezi Shards kısa metraj üzerine ve bol ödüllü. The Wackness, yönetmenin ikinci uzun metraj filmi ve Sundance İzleyici Ödülü’nün de sahibi.

................
Filmimiz 1994 yılında New York da geçiyor. Kurt Cobain henüz ölmüş, New York sokakları ise hip hop ile bangır bangır inlemekte. Adamımız Luke Shapiro (Josh Peck), liseyi yeni bitirmiş, gideceği üniversite son tercihi, kızlarla iletişimi sıfır, tek arkadaşı ise yaşı orta, ruhu genç Doktor Squires (Sir Ben Kingsley) olan, maddi durumu kötüleşmiş ailesine yardım için elinden geleni yapan, bunun için marihuana satan, kafası karışık, içine biraz kapanık, histerik annesi ve fazla sakin babası ile birlikte yaşamaya çalışan bir gençtir. Dr. Squires ise, ruhen ergenlik döneminde olan, karısına yetmeyen, üvey kızının üzerinde ise doğal olarak hiç bir söz hakkı olmayan üvey baba ve otçu doktor rolündedir. Luke, Dr.Squires'e ot sağlar, Doktor da ona terapi. Ancak film ilerledikçe görürüz ki aslında asıl terapiyi Luke O’na sağlamaktadır. Derken, Luke Dr. Squires’in üvey ve güzel kızı Stephanie (Olivia Thirlby) ile tanışır ve tabii ki O'na aşık olur. O ilk kez masumiyetle aşkı tadarken, Stephanie Luke’u olayın farklı boyutlarıyla da tanıştırır.
.........................
The Wackness gerek konusu gerek temposu ile, sakin, sevimli bir film. ama, filmi çekip çevirenin Ben Kingsley olduğunu söylemek gerek. Gerçekten de izlemesi çok keyifli. Filmin femme fatale ‘ı diyebileceğimiz Olivia Thirlby ise, yaşına göre rolünün hakkını vermiş. Aynı şekilde Luke karakterini canlandıran Josh Peck de. İyi oyunculuklar denilemez bence, ama uyumlu ve kesinlikle rahatsız etmiyor. Filmdeki iki anne de irite, histerik, tatminsiz anne rollerini başarıyla yansıtıyorlar seyirciye. Luke’un annesini canlandıran Talia Balsam ve Stephani’nin annesi rolünde Famke Jannsen, kısacası tüm ekip gerçekten uyum içinde. Ben Kingsley’i ayırıyoruz tabii ki. O filmi sürükleyen. Mary- Kate Olsen da filmde sarışın hippie rolünde. Kendisini sürekli trend yaratırken gördüğümüzden (hep beraber vakit geçiririz de...) filmdeki sevimli sarışının kim olduğunu ancak daha sonra anlayabildim.

Olayların 90'lı yılların ortasında geçmesi de filme ayrı bir hava katıyor diyebiliriz. Örneğin Stephanie, Luke’a "telefon numaramı almalısın" dediğinde, insan Luke’un cep telefonu çıkarıp numarayı kaydedeceğini sanıyor ama tabii ki numara bir kağida yazılıyor. En pratik iletişim şekli çağrı cihazları. Tupac ve Biggie hala hayatta ve Notorious B.I.G de filmin en romantik sahnelerinden birine eşlik ediyor.


Dolayısıyla, bu sakin tempolu tatlı film, New York görüntüleriyle, biraz da nostaljik tadıyla halet-i ruhiyenize göre güzel vakit geçirmenizi sağlayabilir.

Gençlik Ateşi serimizin diğer filminde görüşmek üzere...

26 Mart 2009 Perşembe

6.Yıldız Kısa Film Festivali Finalistleri Açıklandı!!!

FİLM, YÖNETMEN, SÜRE
Kurmaca
1) Bir Kaplumbağa ve Tavşan Hikayesi - Abdülbaki Yavuz 11'16''
2) Dragonfly - A. Can Eren 19'44''
3) Sapak - Fırat Mançuhan 15'00''
4) Darbe - Eray Mert 09'51''
5) Bıçak - Serdar Gezer 10'00''
6) Tek Notalık Adam - Dağhan Celayir 14'00''
7) Dore Giderken - Anıl Kaya 09'21''
8) Hüküm - Rezan Yeşilbaş 20'00''

Deneysel
1) Karşı - Mehmet Göksu 03'47''
2) Ah Aklımdan Ölümün Geçer - Eray Mert 01'49''
3) Paralleles - Gökhan Bulut 03'58''
4) Uyuyan Günah İşlemez - Veysel Çelik 12'00''
5) Yeni Dünya Düzeni - Niyazi Selçuk 10'35''
6) Çimenlikte Uzanmak - Mehmet Can Yavuz 14'48''
7) İzdüşümsel Fantaziler - Burak Koçak 04'02''

Canlandırma
1) Yar - Mert Kızılay 06'06''
2) Gemeinschaft - Özlem Akın 03'48''
3) Dino Tork - Adil Alpakın 10'33''
4) Watt - Burak Kurt 05'00''
5) Tahta Kurdu - Mehmet Akif Yiyen 04'30
6) Karanlık - Mehmet Akif Yiyen 10'44''
7) Tavşan Tavşan - Burak Kurt- Münire Bozdemir 08'00''


Dereceye giren filmler 13 Nisan 2009 akşamı Yıldız Teknik Üniversitesi Yıldız Kampüsü'nde yapılacak olan gala gecesinde duyurulacak.

http://yildizkisafilm.org/

18 Mart 2009 Çarşamba

Soundtrack dediğin: "High Fidelity"

Soundtrack denildiğinde "filmler için yapılan müzikler", "film müzikleri", "bir filmde kullanmış olan müzikler" gibisinden tanımlamalar tam olarak doğru olamamakta. Soundtrack dediğimiz şey adı üstünde "sound track"'dır. Bir film içerisinde kullanılan ses efektleri dahil olmak üzere, neredeyse diyalog haricindeki bütün ses kayıtlarıdır. Yeri gelir Tarantino gibi, yönetmenin kendi seçkisinden ve daha önceki yıllarda yapılmış şarkılardan oluşan "playlist" tadında seçkiler kullanılırken, yeri gelir "Philip Glass" gibi bir dahiyane müzisyenin ellerinde şekillenir. Eğer filmin kendisi zaten soundtrack değilse tabi...

High Fidelity, dönen bir plak üzerinde yazıların geçişi ve fonda da "13th Floor Elevators"'dan "You're Gonna Miss Me" ile açılır. Böyle bir film için en güzel açılışı yapmıştır bence "Stephen Frears". Yanda resmini gördüğümüz "Rob" ve onun plak dükkanı "Championship Vinyl"'de çalışan iki müzikal manyak, "Dick" ve "Barry"'nin muhabbetleri soundtrackden çok daha fazlasıdır tabii ki. Film süresinde yaklaşık 60-70 farklı şarkının bahsi geçer. Ancak soundtrack aşağıda isimleri geçen 15 şarkıdan ibarettir. Bu bile fazlasıyla tatmin edicidir kanımca.




1. "You're Gonna Miss Me" - 13th Floor Elevators
2. "Ev'rybody's Gonna Be Happy" - The Kinks
3. "I'm Wrong About Everything" - John Wesley Harding
4. "Oh! Sweet Nuthin'" - The Velvet Underground
5. "Always See Your Face" - Love
6. "Most of the Time" - Bob Dylan
7. "Fallen for You" - Sheila Nicholls
8. "Dry the Rain" - The Beta Band
9. "Shipbuilding" - Elvis Costello & The Attractions
10. "Cold Blooded Old Times" - (Smog)
11. "Let's Get It On" - Barry Jive & The Uptown Five
12. "Lo Boob Oscillator" - Stereolab
13. "Inside Game" - Royal Trux
14. "Who Loves the Sun" - The Velvet Underground
15. "I Believe (When I Fall In Love It Will Be Forever)" - Stevie Wonder

Stevie Wonder'ın "I Just Called To Say l Love You" şarkısıyla ilgili, bir müşteri ve Barry arasında şöyle de bir diyalog geçer.

Müşteri: Kızım yaş günü için bir plak istiyor.''I Just Called To Say l Love You.'' Sizde var mı?
Barry: - Var.
Müşteri:- Harika. Alabilir miyim?
Barry:Hayır. Hayır, alamazsınız.
Müşteri:- Neden?
Barry: - Çünkü duygusal ve zevksiz. O plağı asla satmayız. Alışveriş merkezine git.
Müşteri: Senin sorunun ne?
Barry:Kızını tanıdığını mı sanıyorsun? O şarkıyı seviyor olamaz. Yoksa kızın komada mı?

Soundtrack bir şarkı hariç olmak üzere, daha önceden yayınlanmış şarkılardan oluşmakta. O kalan tek şarkı da, filmin finali için de oldukça etkileyici olmakla birlikte, "Jack Black"'in efsanevi "Let's Get It On" yorumudur. Sonrasında da "Rob", "Laura" için bir karışık kaset doldurmak üzere kayıt masasının başına geçer...

10 Mart 2009 Salı

Kötü Adamın Sağ Kolu İyi Adam

Çok film izleyen ama değerlendirme aşamasında "hacı o ne filmdi öyle öyle yaa", "olum bi bok anlamadım" ve "oha! ne furdu lan!" gibi cümleleri aşamayan biri olarak ben de tespit ettiğim klişe gibi ama değil gibi olan şeyleri paylaşayım dedim.

Bunlardan biri de yazının başlığında belirttiğim adamdır. Bu adamlar filmdeki kötü adamın sağ koludurlar. Aslında o adam da kötü adam olmayabilir tam olarak. Özünde iyidir de Şartlar onu itmiştir veya yanlış anlaşılmıştır ama o başka bir konu. Bizim meselemiz ise o ikinci adam. Bu abiler gerçekten çok delikanlı adamdır. Kötü adamımızı bir an yalnız bırakmazlar. Daha çok asker kökenli olduklarından "emir demiri keser" mantığıyla her emri ses çıkarmadan uygular, geri kalan adamlardan karşı çıkan olursa kulaklarını çekerler. Fazla, hatta fikirleri sorulmadıkça hiç konuşmazlar. Nadiren kötü adamın iyice sapıttığı anlarda "ulan yapmasak daha iyi gibi be" der gibi bakarlar ama yine de ses etmezler âmirlerine.

Taa ki filmin kopma anı gelir ve iyi adamımız kötü adamı, o pis adamı, lanet olası serseriyi alt eder. Bu aşamada 2. kötü adamımız çok acayip bir şekilde en kritik rolü oynar. İyi adam tüm adamlarının önünde kötü adamı döver. Biz ise deriz ki "ulan dövsen noolacak? adamları seni döver ki, kötü bunlar delikanlı değiller". Fakat öyle olmaz işte. 2. kötü adam, ki artık 2. iyi adamdır, çıkar ve kendine yakışanı yapar. Ya diğer adamlarını durdurur, iyi adamımızı tebrik eder, ya dövülen kötü adamı tutuklar ya da öyle bir şeyler yapar işte. İyi adamın alnının akıyla buralara geldiğini, artık onu rahat bırakmalarını gerektiğini falan söyler veya ima eder. Otoritesi de öyle güçlüdür ki, diğer adamlar ses çıkarmaz.

Bu rolü oynayan aktörler başrol olmazlar pek fazla. Kötü adam ise nüfuslu bir aktördür. Tüm durumlara en uygun örneklerden biri de "The Rock" filmidir. Nicholas Cage iyi, Ed Harris kötü adamdır. Kritik adamımız ise David Morse'dur. Filmi bilmeyenler için konu aynen yukarıda anlattığım gibidir.

Bu adamlar hakkında nasıl bir duygu beslesem kestiremiyorum. Bir yandan "ulan madem iyi adamı haklı buluyon, ne bekliyon bu saate kadar? ille dayak yemesi mi lazım âmirinin" diye kızıyorum. Bir yandan "aferin lan adama. bak nası delikanlı gibi iyi adamı yedirmedi diğerlerine" diye sırtını sıvazlıyorum. Bir yandan "ulan ne kaypak adammış, sattı hemen adamı" falan diye sitemkârlaşıyorum. Fakat nihayetinde seviyorum bu adamları ben. Aklıma gelen diğer örnekleri Kevin Costner'ın The Postman'ında ve The Chronicles of Riddick'te, resimdeki sahneden hemen sonra yaşanmıştır.
(Karl Urban kasıntısı)

7 Mart 2009 Cumartesi

High Fidelity'e Saygı Duruşu


Şahsi görüşlerden yola çıkarak bir "High Fidelity" saygı duruşu gerçekleştirmemiz gerekiyorsa bunu aşağıdaki maddeler sebebiyle yapabiliriz:

*Top 5 sıralamalarıyla müthiş bir "erkek beyni" formülazasyonu yaptığı için.(Evet, çünkü birden fazla şeyi önem sırasına göre dizmek veya standardizasyon ve dahi bu gibi sınıflandırmalar "erkek beyni"ne yaraşır.Bayanlar bunu yapmaktansa ölmeyi tercih ederler çünkü onlara göre her şey ayrı bir öneme sahiptir ve sınıflandırmalar çok çeşitli açılardan yapılmalıdır.)

*"Ne yapacağını bilememe durumlarında gerçekten ne yapacağını bilemez olduğunu belli edecek -Ian'ın plaklarını neye göre dizmeye çalıştığını hatırlayalım- davranışlarda bulunan erkeğe nasıl davranacağını bilen kadın formülü"nü şıp diye karşımıza çıkardığı için.(Kuşkusuz ki bu kadın tiplemesi her erkeğe uyumlu değil ama çoğuna uyar kanısındayım.)

*Kaset doldurmak üzerine verdiği tüyolar için.

*Kız tavlamak üzerine verdiği tüyolar için.(Sonu başarısız da olsa "tavlamak" "tavlamak"tır.)

*Hayal dünyasından çıkıp gerçek dünyaya merhaba demenin -fantazilerden sıkılan adam otuzunu aşmış ve artık pes etmiştir- bünyelere verdiği o garip rahatlama hissini ve aynı derecede garip huzursuzluğu hissettirdiği için.

*Müthiş iş arkadaşlarının(!) işleri nasıl da kolaylaştırdığını gösterdiği için.

*"Kötü anne" formülündeki başarı için.

*"Kötü evlat" formülündeki başarı için.

*"Aşktan ırak ilişki" kavramını ve dahi "aşk" kavramını da - o kadar olmasa da- gözümüze soktuğu için.

6 Mart 2009 Cuma

Revolutionary Road

“In a quaint caravan, there's a lady they call The Gypsy
She can look in the future, And drive away all your fears
Everything will come right, If you only believe The Gypsy
She could tell at a glance, That my heart was so full of tears
She looked at my hand and told me,My lover was always true
And yet in my heart I knew, dear ,Somebody else was kissing you
But I'll go there again,'Cause I want to believe The Gypsy
That my lover is true,and will come back to me some day..”

Ink Spot performansı eşliğinde, Frank’in (Leonarda di Caprio), April’i (Kate Winslet) bir partide görmesiyle başlar filmimiz...Tanışmalarının ardından April ile Frank’in yaşayacakları hakkında ilk kilit cümle Frank’den gelir..

April: Nelerle ilgilenirsin? Frank: (gülerek) Bu soruyu cevaplarsam yarım saat içinde ikimiz de sıkıntıdan ölmüş oluruz.
.............
Birbirlerine aşık çift Frank ve April Wheeler, “diğerleri gibi” olmak istemedikleri bir hayatı yaşayacaklarına inanmışlardır. Adı Revolutionary Road olan (Devrim Sokağı/Yolu) olan sokaktaki güzel evlerine taşınırlar. Frank sevmediği sıkıcı işinde çalışmakta, April ise, kimsenin beğenmediği bir performansla aktrislik hayallerine devam etmektedir. Birbirlerini çok seven çiftin arasındaki ipler, zaman içinde gerilmeye başlamıştır ve bir gün, herşeyi eskisi gibi yapmak ve rutinlikten kurtulmak adına, April Frank’a çok parlak bir fikirle! gelir...Yaz sonunda Paris’e taşınılacak ve herşeye yeniden başlanacaktır...Ancak işler planlandığı gibi gitmez, April’in sürpriz hamileliği ve Frank’in terfisi işleri karıştırır..
..........
Film boyunca, April in travmaları , Frank’ın gerilimleri ve ikisi arasındaki, ilişkilerini ve kendilerini sorgulama halleri inanılmaz gerçek, tanıdık ve kalbinize dokunuyor. Sıradan olmaktan kaçan ve ani bir kararla hayatlarını bildik rutinlerden kurtarmaya çalışan çift için, kendilerini keşif yeniden başlamakla kalmıyor, Frank alıştığı düzenin bozulmasına hazır olmadığını, olmaktan çok korktuğu “diğerleri” gibi olmaya başladığını, April ise çocukların aslında kendi için istemeden de olsa ikinci planda olduğu gerçeğini, kronik mutsuzluğuyla başa çıkamayacağını, istemediği o hayatı hep yaşamak zorunda kalacağı gerçeğiyle yüzyüze kalıyor. Bu arada ikisinin de birbirlerine ihanetleri karşısında Frank’in kendini suçlu hissetmesiyle bunu April’e söylemesi April’in ise kendi kaçamağından hiç bahsetmeye gerek görmediği, Frank’e çok net bir şekilde” seni artık sevmiyorum,..bana dokunursan çığlık atarım” dediği gerilimin, mutsuzluğun tavan yaptığı sahnelerdeki oyunculuklara şapka çıkartmak gerek.

Leonardo di Caprio, Kate Winslet’ın karşısında Titanik’ten beri, “kardeşi gibi görünme” sendromunu hala bize yaşatsa da, ikisinin de oyunculuklarının , kendinize sizin o travmaları yaşıyor olduğunuzu hissettirecek kadar iyi olduğunu tekrar belirtmek isterim. Micheal Shannon’un, bir süre psikiyatrik tedavi görmüş, zeki adam, John Givings rolünde, çifte hayatları hakkındaki gerçekleri acımasızlıkla yüzlerine söylediği sahneler, zaman zaman klişe bir oyunculukla sergilenmiş gibi görünse de;
“..Bir konuda çok memnunum. Hangi konuda olduğunu bilmek ister misin?
(eliyle April’in şiş karnını işaret ederek)..O çocuk ben olmayacağım için gayet memnunum...”
sahnesindeki repliği ve oyunculuğu ile filmin en çarpıcı sahnelerinden birine imzasını atıyor kanımca.


Final sahnelerine gelince, oyunculukların ders niteliğinde kabul edilebileceğini düşünmekteyim. Travmaların nasıl sonlandığının görülebilmesi adına son sahnelerden fazla bahsetmeyeceğim..

Revolutionary Road, hem iyi bir edebiyat uyarlaması, hem de gerçekten sıkı ve güzel bir kurguya sahip. Hepimizin aklından çoğu zaman geçen, “başkaları gibi olmak istememe” haline gerçekçi bir yaklaşım. Yine de “Hayallerin Peşinde” koşmayı bırakmamak adına, yazımı Ink Spot’un şarkısındaki manidar dizeleri hatırlatarak bitirmek istiyorum…

…………………………………..
She can look in the future, And drive away all your fears
Everything will come right, If you only believe The Gypsy
………….

..iyi seyirler..

Dip Not: Revolutionary Road, Richard Yates'in 1961 tarihli aynı adlı romanından Justin Haythe tarafından uyarlanan 2008 yapımı film. Yönetmenliğini American Beauty filmi ile Oscar ödülü kazanan Sam Mendes' yapıyor. Winslet, DiCaprio ve Kathy Bates bu filmle, 1997 yapımı Titanic filminden sonra ilk kez bir araya geliyorlar. Revolutionary Road aynı zamanda Kate Winslet'ın eşi Sam Mendes ile yaptığı ilk film projesidir.

Ayrıca “Revolution Road”u izleyen” Little Children”ı da izledi...

4 Mart 2009 Çarşamba

Her Kuşun Eti Yenmez (All the Boys Love Mandy Lane)

Geçtiğimiz ifistanbul'un nöbetçi sinema kuşağının 3 filminden bir tanesiydi bu teen slasher. Son yıllarda yapılmış türe uygun birçok film arasından neden bu film seçildi pek anlayabilmiş değilim.

Filmim adından da anlaşılacağı gibi Mand Lane oldukça alımlı bir genç kızımızdır ve etrafındaki bütün yeniyetmeler de kendisine fena halde hastadır. Hayran kitlesinin bu kadar geniş olmasındaki asıl etken de aynı zamanda kendisinin henüz erkek arkadaşı olmamış bir bakire olması. Hal böyle olunca, libidosu sürekli mevsim normallerinin üzerinde gezen genç dimağların tek derdi, etraflarında bir sürü genç ve güzel kız olmasına rağmen, sadece Mandy Lane olmuş. Bir nevi hedefe kilitlenmişler de diyebiliriz. Sonrasında, gençler kızlı erkekli bir çiftlik partisine kendisini de davet ederler ve olaylar gelişir.

Şehirin dışındaki ıssız bir ev, orman içindeki bir göl, bir yığın genç, alkol, uyuşturu, seks ve gizemli bir adam. Şartar bir teen slasher için oldukça elverişli. Klişeleri bu kadar göze sokması başlarda biraz izleyeni rahatsız etse de türden hoşlananlar için çok da rahatsız edici olduğu söylenemez. Diğer tarafdan filmin bir noktaya kadar sıradan gitmesi sonlara doğru "yeter artık bir şeyler olsun" dedirtmiyor değil izleyiciye.

"Filmi izlemedim ama izlemek istiyorum." diyenler için sakıncalı içerik.
Gençlerin birer birer ölmesi ve onları kimin öldürüyor olduğunu görmemizle beraber birden film cazibesini yitirmeye başlıyor ki "Bu film böyle bitemez" diyebiliyoruz. Sağolsunlar onlar da bunun farkında ki beklenen dönüşü yapıyorlar ve Mandy'nin pek de masul olmadığı ortaya çıkıyor. Bir klasik olarak, sevişenler birer birer elveda diyor bize ve sonunda bakir kızımız hayatta kalıyor. Filmi ortalarında durdursak ve oturup senaryonun devamının ne olabildiği üzerine biraz kafa yorsak, aynen bir problem çözer gibi formülde bilinenler yerlerine koyulduğunda tek bilinmeyen de ortaya çıkıyor.


Texas katliamı'nı(The Texas Chainsaw Massacre 1974) akıllara getirdiğimizde, "Bir evde yaşayan yamyam bir aile ve tuzaklarına düşürdükleri insanlar." Ev halkının bir şekilde yabancıları kuntine getirip sofralarına meze yapması da Mandy Lane'e yapılmaya çalışanla örtüşüyor, filmin sonunda "survivor" olarak kanlar içinde arabayla uzaklaşması gibi. Ancak her filmde de Texsas Katliamı'ndan izler görmek de biraz rahatsız edici olmaya başlamadı desem yalan olur.
"Filmi izlemedim ama izlemek istiyorum." diyenler için sakıncalı içerik.

"Hani benim olacaktın?"

Türden hoşlananların beğenebileceği bir film olmasının yanında içerisinde barındırdığı ufak tefek yaratıcılıklar, senaryodaki ani dönüşler ve başarılı sayılabilecek sonuyla vakit geçirmek için izlenilesi bir film derken filmden çıkardığım kıssadan hisse de "Her Kuşun Eti Yenmez"dir.

3 Mart 2009 Salı

6.Yıldız Kısa Film Festivali

Yıldız Teknik Üniversitesi Sinema Kulübü tarafından düzenlenen, kısa film severlerin merakla beklediği Yıldız Kısa Film Festivali 13 - 17 Nisan 2009 tarihleri arasında 6. kez izleyicisiyle buluşuyor.

Bu yıl ilk olarak uluslararası alanda da kendini gösterecek olan festivale kısa film severler kurmaca, canlandırma, belgesel ve deneysel dalda üretikleri eserleri ile katılabiliyorlar. Belgesel filmler yalnızca gösterim bölümüne katılabiliyor. Yarışmaya Son katılım tarihi 13 Mart 2009.

Katılan eserler festivalin bu yıl ki seçkin jüri üyeleri; Yeşim Ustaoğlu(Yönetmen), Meral Okay (Senarist), Engin Öztürk(Kurgu), Gökhan Atılmış(Görüntü Yönetmeni), Naz Erayda(Sanat Yönetmeni), Kerem Kurdoğlu(Animasyon), Yetkin Dikinciler(Oyuncu), Atilla Dorsay(Sinema Eleştirmeni) tarafından değerlendirilecek.













Festival süresince gerçekleştirilecek etkinlikler ise;

Kısa Film Yarışması
Festival Kapsamında düzenlenecek yarışma bölümüne ulusal çapta tüm öğrenciler katılabileceklerdir. Yarışmaya katılan filmler, YTÜ Sinema Kulübü danışmanı Uğur KUTAY başkanlığında, YTÜ Sinema Kulübü Yönetim Kurulu ve Üyelerinden oluşan ön jüri tarafından değerlendirilecektir. Ön jüri değerlendirmesinden geçen filmler arasından kurmaca, canlandırma ve deneysel dallarda ilk üçe giren filmler esas jüri tarafından belirlenecektir. Esas jürinin belirlediği her dalda en iyi üç film ve özel ödül olmak üzere toplam on film gala gecesinde ödüllendirilecektir. Bu yıl DFA özel ödül olarak 4000 TL değerindeki DFA çekini ön elemeyi geçen filmler arasından en yaratıcı seçtiği filme verecek.

Gala Gecesi (Kokteyl ve Ödül Töreni)
13.04.2009 tarihinde YTÜ Yıldız Kampüsü’nde düzenlenecek geceye sinema, medya, basın dünyasından seçkin konuklar ve festivalde gösterilecek filmlerin sahipleri davet edilecektir. Yıldız Kısa Film Yarışması kapsamında esas jüri tarafından belirlenmiş en iyi filmlerin sahiplerinin ödüllendirilmesiyle başlayacak programda, festivalde gösterilecek en iyi filmlerden bölümler özel bir gösterimle konuklara izletilecektir. Program, yapılacak kokteyl ile sona erecektir.

Kısa Film Gösterimleri
Festivale kabul edilen filmlerin gösterimi yapılacaktır. Gösterimler YTÜ Yıldız Kampüsü içinde diğer tüm etkinlikler gibi ücretsiz olarak izleyiciye sunulacaktır.

Özel Gösterimler
Festivale yollanan kısa filmlerden oluşturulan seçkinin yanında, sinema tarihinden ve uluslararası festivallerde yayınlanmış nitelikli kısa film örneklerinden ve yurtdışındaki sinema okullarından öğrencilerin filmlerinden oluşan gösterimler ile izleyiciye geniş bir yelpazede kısa film izleme olanağı sunulacaktır. Ayrıca öncellikle Yıldız kampusü ve çeşitli mekanlarda yapılacak açık hava gösterimleri de bu etkinliğin bir parçası olacaktır.

Paneller, Söyleşiler ve Atölyeler
Festival kapsamında sinema dünyasından seçkin konukların katılımıyla sinema ve kısa film üzerine, panel ve söyleşiler düzenlenecektir. Bu etkinliklerle; sinemayla ilgilenen gençlerle profesyonellerin bir araya getirilip düşünce ve birikimlerin paylaşılabildiği bir platform oluşturulacaktır. Ayrıca festival kapsamında düzenlenecek atölye çalışmasında kısa filmin kamera arkası hakkında bilgi vermesi amaçlanmıştır.


Festival ile ilgili gelişmeleri takip etmek ve ayrıntılı bilgi edinmek için; www.yildizkisafilm.org

En İyi Yerli Sinema Blogları

"Giderek sinema üzerine amatör ruhla yayına başlayan blogların arttığı ve popülerleştiği bir dönemde biz de en fazla takip edilen, okuyucusuna kaliteli ve dolu dolu bir içerik sunmaya çalışan belli başlı blogları ele alalım dedik. Kendileri de bizi geri çevirmedi ve sorularımızı yanıtladı. Beyazperde ekibi olarak dosyamıza katılıp sorularımızı yanıtlayan bloglara teşekkür ederiz. Dosyanın gelecek ay devam edecek ikinci kısmında diğer sinema bloglarını da ele alacağımızı da not olarak düşelim."

devamı: http://beyazperde.mynet.com/sinemasaldetay.asp?id=4255

1 Mart 2009 Pazar

if...

1968 yapımı Cannes'da 'en iyi film' ödülünü almış olan if..., dönemin anaşist söyleminin İngiliz Sineması'ndaki en güçlü yansıması. Birçoklarına göre haddinden fazlaca Vigo'nun Zero de Conduite'den (1933) feyz almış bu yapımda Anderson, yatılı okul öğrencileri üzerinden eğitim sistemine, silahlanmaya, tek tip birey üretimine eleştiri getirmeye çalışmış.

Anderson'un filmini incelediğimiz zaman ilk akla gelen birçok okul filminde maruz bırakıldığımız kalıp karakter sorunu. Yönetmenlerin aklına bir fikir geliyor, bu doğrultuda önemli olanın eylemin olduğu bir hikaye anlatılması gerekiyor ve bu yüzden de seyircinin yaşadığına inanmakta zorluk çektiği karakterler yaratılıyor. Okul içi şiddet, sorun türünün en iyi örneklerinden biri olan Elephant da (2003) nasıl bilgisayarda adam öldüren çocukların arkadaşlarını öldürmek istemeleri son derece basit geliyorsa göze, burada da lenin fotoğralarıyla dolu bir odaya sahip olan gençlerin anarşist söylemleri ve tutumları -gerçi film kendi kendini yalanlıyor sonuç itibariyle- seyirciyi tatmin etmekten uzakta. Bunun yanı sıra filme ilişkin beni en rahatsız eden durumlardan biri öğretim sistemine teenage kült filmi Donnie Darko (2001) kadar bile eleştiri getiremiyor oluşu. Eğer ortada bir tek tip insan yaratma çabası varsa bunun yolu öğretimden geçiyorsa bununla ilgili tek başına bir tutarlılık yakalayan bir veya birkaç sahne yerine oğlan avına çıkmış hocalardan bahsedilmesi bana garip geldi. Filmin kopuk anlatımında cimnastikçi çocuğa hayran olan alt sınıf öğrencisi, yıldızlarda sevgilisini gören Travis gibi naif ve gerçekçi anlatımların yanına böyle sahneler eklenseydi filmin içeriğinin daha güçlü olacağını düşünüyorum. Filmde en dikkat çeken unsurlardan biri olan kaplan imgesi ise karakterlerin ruh haletini anlatmakta başarılı bir anlatım yakalamayı başarıyor.



If...'in diğer dikkat çeken unsuru ise renkliden siyah beyaza ve sepyaya dönen renk kullanımı. Bu kullanımının nedeninin Lelouch'un bir kadın&bir erkek filmindeki gibi mali nedenler olup olmadığını bilmiyorum ama bu kullanımın filmin ikircikli anlatımına koşutluk yakaladığını söyleyebilirim. Aslında beni en çok rahatsız eden anlatım tekniği oldu. Aynı dönemde Godard gemiyi azıya alırken çektiği La Chinoise (Çinli Kız, 1967), Weekend (Haftasonu, 1967), Sympathy For The Devil (1968) ve bir kaç sene sonraki Tout Va Bien (Herşey Yolunda, 1972) gibi filmlerde çok önem verdiği estetik anlatımı tamamen bir kenara bırakıp, anlatmak istediklerini bazen bir karakterlerin kameraya dakikalarca konuşmasıyla sahneleyerek sinema filmi anlatımından bütünüyle koparken, Anderson'unun anarşist söyleme sahip filminin duraklamalar ve kopuşlar içerse de geleneksel kurguya bu kadar yakın kalması da açıkçası bana çok ironik gözüküyor.Son olarakta filmin bitişteki gerçeküstü finaline değinmek istiyorum. O gerçeküstü finalde sonra çıkan 'if' yazısıyla yönetmen her şeyi seyiriciye bırakıyor. Dilimizde tam bir karşılığını bulamadığımız bu eğer/acaba sorusuyla yönetmen değerlendirmeyi anarşist söyleminden bütünüyle koparak bize bırakıyor.

Loves of a Blonde&The Firemen's Ball

Her ne kadar birçok yönetmen için ilk dönem çalışmaları ilerleyen nesiller tarafından bir merak nesnesi olarak tüketiliyor ve çoğunlukla hayal kırıklığı yaratıyorsa da, konuştuğumuz isim forman olduğu zaman çoğunluğun guguk kuşu, ragtime, hair ve daha sonraki büyük prodüksiyonlardan tanıdığı yönetmen için ama önceside var demeyi bir sinefil olarak boynumun borcu olarak görüyorum.

Gösterimleri birlikte yapılan iki kısa filmi audition ve it were'nt for music ve akabinde çektiği ilk uzun metrajı black peter dan sonra forman ülkesini terketmeden önce çek yeni dalgasının mihenk taşları olarak görülen Loves of a Blonde ve The Firemen's Ball'u arka arkaya çekti. günümüzde bile ne zaman bir çek veya slovak filmi izlesek görmeye alışık olduğumuz gülümseyen bir hüzünden ziyade hüzünlü bir gülümseye sahip hikayelerin çıkış noktası olarak bu iki filmi gösterirsek yanlış bir şey söylemiz olmayız.



1965 yılında gösterime giren ve forman'a yabancı film dalında oscar adaylığı getirerek holivud tarafından ilk defa farkedilmesini sağlayan loves of a blonde bir taşra kasabasındaki gündelik hayatı terennüm ediyor. fellinesk karnaval ortamından çok uzakta olan bir balo sahnesinde on altı kıza bir erkeğin düştüğü kasabadaki ikili ilişkilerin kopukluğu, karşı cinse bakış açısı ve komünist rejimdeki donuk gündelik yaşamı komik ama arka plandaki hüznü unutturmadan sahneliyor. parçalı- kopuk anlatımı ve karakterleri ele alış biçimiyle yer yer izlenimci bir havaya sahip olsa da filmin bilhassa gerçekçilikten kopmaya meyilli senaryosu bu adlandırmayı yapmamızı imkansız kılıyor. ilerleyen sahnelerde kasabaya ait olmayan piyanistin naif kasaba kızını kandırması, daha doğrusu onun kanmak istemesi diyelim ve öylesine söylenilmiş bir sözün peşinden büyük şehire gelişini izliyoruz. burada bize hiç de uzak olmayan bir aile sekansının ardından genç adamın yanında umduğunu bulamayarak geri dönmesiyle hikaye ilerliyor. ve filmin başında izlediğimiz gibi finalde de karakterler yine yatakta kendi aralarında konuşuyorlar. film boyunca milda için her şey yatağında veya sevgilisinin yatağında uzandığı zaman iyi gidiyor, ne zaman yatağında uzansa kendi gerçeklerini yaratabiliyor ve hatta bu gerçekler çocukca hileler bile olsa dışaradaki gerçekle örtüşebiliyor. bu basit anlatıda forman ülkesinde genç kızların daha doğrusu gençlerin yola çıkışlarını(çımayışlarını anlatmak istiyor ve ülkesinde yaşadığı günümüzde iran sinemasında görmeye alışık olduğumuz sınırlandırmalara benzer bir yapıya rağmen istediğini yapabiliyor.



Loves of a blonde un akabinde yeni bir senaryo yaratmakta zorlanan forman ve ekibi kaldıkları otelde izledikleri bir "itfaiyeci balo"sundan sonra bu konuda bir senaryo yazmaya karar verirler ve the firemen's ball u yazarlar. ilerleyen dönemde ülkeden ayrılmasına neden olan the firemen's ball için truffaut nun kanatları altında kendine finansör bulabilen forman bu filmde sadece amatör oyuncularla çalışmıştır. konusunu itfaiyecelerin geleneksel balosunda itfaiyecilerin ve güzellik yarışmasındaki kızların başlarından geçen olaylar-!- olarak özetlenmemiz beklenen bu filmde forman ne düşünmemiz gerektiğini bizlere bırakıyor. ilerleyen dönemde kendisine sorulduğunda filmde istiare ve/veya metafor kullanmadığını söyleyen yönetmenin filmini çoğu izleyici bir toplum/siyasi alegori olarak hatırlar. itfaiyecelerin piyango hediyelerine göz kulak olamamaları, güzellik yarışması yaparlarken yanlarındaki binanın yanması, bina yandığı sırada insanların bunu içki içerek izlemeleri-forman ne derse desin bu sahneden sonra seyircinin bu filmi bir komedi filmi olarak hatırlama şansı kalmıyor, filmdeki ani geçiş aslında biraz da seyirciyi silkelemek için ve onlara seyirci olduklarını hatırlatmak için- ve tabii ki başkanlarına verecekleri hediyenin bile çalınması komedi filmlerinde görmeye alışkın olduğumuz abartılı, anlamsız, salt güldürmeye dönük çabalar olarak göremeyiz. ve tıpkı loves of a blonde olduğu gibi forman bu filmde de bulunduğu cehennemde belki de gelinme imkanı olan en yüksek erime ulaşıyor ve seyirciye yıllar sonra da anlamını yitirmeyen bir kült bırakıyor

İki Çizgi

İki çizgi'den çıkarken Metin Erksan'ın kariyerinde imkansızlıklardan dolayı nasıl "Şeytan" gibi abuk işleri çekmek zorunda kalırken "genç" sinemacılarımızın kültür bakanlığım sağolsun düsturunun rahatlığıyla nasıl silik, filmlerindeki karakterlere koşut filmler çektiğini düşünüyordum. "İki Çizgi" Selim Evci'nin ilk filmi ve bu ilk filmde sinemanın temel kurallarından biri olan sahne bazında tutarlılığın yakalanmasında büyük sıkıntılar var. Aklımıza gelenleri sıralamak gerekirse; daha ilk sahnedeki komediye varan tiyatro oyunculuğu ve buradan çıkarmamız istenen ikincil anlam, akabinde bir alarm kurulumu ve senaristimiz bir daha "ama bunun altı var" diyor bizlere, sonra uzunca bir süre arabanın çekilmesini izliyoruz, metrodayız karakterimizi anlatan en kilit sahne, herif göbeğini sevgilisine sürtüyor, ama bizimki pısmış bakıyor. Çarşafa dolanmış seks sahnesi, sonra yönetmenin canı sıkılıyor, araya arkadaş grubuna bir klip sıkıştırıyor bu çok amaçlı yapımda, ha unutmadan İfsak binasını da es geçmiyor ve bu arada bol bol Canon reklamı-arabanın markası nasıl eos oluyor onu da çözmüş değilim, bu benim cahilliğim olabilir-; demiştim ya çok amaçlı film, adeta küçükken trenlerde bize tanıtılan kalemler misali, sonra azgın teke fotoğrafçı, kendin pişir kendi ye usulü kendi piyanon kendi dramın, sonra yola çıkıyor "İki Çizgi", tarlada bilezik aradıkları sahne-buna geri döneceğiz-, kaplumbağa sıkıştırması-evet yine ikincil anlam, her yerde ikincil anlam- yönetmenin gençlik fantezisi olduğunu düşündüğüm mizansen ve final.

Beni en çok şaşırtan sahneler erkek karakterin barda rock grubunu dinlediği sahnenin herhangi bir klip gibi kurgulanması ve karakterlerin bir Sinan Çetin eskizi olan uzamda birbirlerini aradıkları -?- sahne. Bir sahnede yönetmen alt metin oluşturmak istiyorsa unutulmamalıdır ki öncelikle sahnenin basit bir okumayı da içermesi gerekir. Tabii ki filminiz gerçeküstü bir yapımsa-salt gerçeküstü olmasına gerek yok- veya sahne bir rüyadan ibaretse-misal Semih Kaplanoğlu'nun süt ündeki Freudyen ana oğul sahnesi gibi- böyle bir zorunluluk yok. Ama eğer günlük bir hikayeyi anlatıyorsan, karakterlerin bütün davranışları "olağan" ise tarlada çömeldikleri sahnede bir anlam ararım ve bunun bir açıklaması olmadığı zaman da ikincil anlam bütünüyle anlamsız, metafor/istiare anlatımın saçma olduğu bir şekle bürünür.

Filmin bir diğer düşündürdüğü de artık yoğun bir şekilde duyumsadığımız "post-Nuri Bilge Ceylan sendromu". Uzaklara dalmış karakterler, dural bir sıkıntı, yan yana geldikleri zaman hiçbir şey söylemeyen insanlar ve film boyunca arabanın aynası kadar bile hareket etmeyen, bütün bir film boyunca piyano sahnesi dışında hiçbir travelling içermeyen, pan da hatırlamıyorum kamera kullanımı-yeri gelmişken hd nin yetkin olmayan ellerde ne kadar sönük performanslar verebileceğini de görüyoruz-. Bu tarz kamera kullanımının en ustalarından örnek verecek olursak, Ozu Tokyo hikayesinde veya Jarmusch cennetten daha garip'te kamerayı karakterlerin ruh haletine koşutluk gösteren bir biçimde kullanırken yeni nesil "minimalist" Türk sinemasının bu biçemi niye seçtiğini ben bir türlü anlayamıyorum ve artık film bittiğimizde aklımızda hiçbir şey kalmayan bu karakterlerden gına geldiğini düşünüyorum.

Ve son olarak oteldeki sado-mazoşit sahne. İklimler' de Nbc profosyonel bir oyuncu olmasa da sahneyi sonuna kadar taşırken Evci feyz aldığı bu filmin aksine kendisine ve oyuncularına güvenmeyerek, filmdeki tek ilginç sahneyi vantilatör planıyla geçiştirmeye çalışınca, Evci'nin anlatımda ne kadar yetersiz olduğu ortaya çıkıyor ve üzülerek söylemek zorundayım ki, İki Çizgi çarşafa dolanmış seks sahnesi gibi yapmacık, güvensiz ve komik olmaktan öteye gidemiyor.