-Abi ne anlıyorsunuz bilmiyorum şu filmleri izlemekten?
+Nasıl yani?
-Korkmuyorum ki ben, hem çok saçma bu filmler.
+Üzüldüm senin adına...
İzliyoruz korkuyoruz, bazen tekrar izlediğimizde, ne olacağını bilmemize rağmen gene aynı tadı alabiliyoruz. Gerçekten korkuyor muyuz? Bence hayır. Bir nevi korku simülasyonu yaşıyoruz beyaz perdenin arkasındaki dünyada olanlarla. Ben korkmuyorum demenize gerek yok yani. Biz de korkmuyoruz zaten. Filmle aramızda o bağı kuruyor ve o anın zevkini çıkarıyoruz. Eğer cidden korksaydık, her korku filminde salonları boşaltırdık ilk sapık katili yada vampiri gördüğümüzde, ilk sinema filminin gösteriminde olduğu gibi. Demek oluyor ki sinemanın başlangıcından beridir var da diyebiliriz bu tür için.
Bu başlangıcı biraz açacak olursak, 28 aralık 1895’de Paris'de bir kahvenin bodrum katı, august ve louis lumiere (nam-ı diğer lumiere kardeşler) buluşları olan sinematografın ilk gösterisi için bu kahveyi kiralıyorlar. O tarihi an gelip çattığında ise koltuklarına rahatça yerleşmiş bu ilk sinema meraklıları, “bir trenin la ciocat garı na girişi” isimli film başlar başlamaz korkudan kaçışmaya başlıyorlar. Tren üstlerine doğru gelmekte ve kaçacak yer yok! Gerçekliğin birebir sinemaya aktarımı sayabileceğimiz bu filmle başlıyor korku sineması uzun serüvenine.
Peki bizi bu kadar etkileyebilen bu filmlerin genel olarak ne yapar? Diğer sinema yapıtlarında olduğu gibi hayatın kendisini temel alarak, bir nevi yaşanılanı anlatırlar. Tabi bunu yaparken her zaman bilindik tehlikeleri olduğu gibi yansıtmak yerine onu yeni tehlikelere dönüştürür, buradan yola çıkarak olması gerekeni değişime uğratır ve onu sıradanlıktan kurtarıp zekice bir yapıya kavuştururlar. Sonuç olarak somut korkuyu oluşturan etkenlerin biçim değiştirmiş türevleri korkuyu ortaya çıkarmak için yeterlidir. Bu filmlerdeki tehlike gerçek yaşamın yansıması olarak bakıldığında rasyonel, ancak verdiği korku hissiyatı irrasyoneldir.
Korku sineması gerilim, dehşet ve daha başka türler gibi, sessiz dönemden kalan klasik yapıtlara da sahip bir türdür. İlk korku sinemasının kaynağı yazınsaldır. bir çok edebi uyarlama üzerinden hareketle eserler beyaz perdede yer almıştır. Bu yıllarda bilim-kurgu sinemasının öncüsü sayılabilecek Georges Melies’in eseri “Faust Aux Enfers” (Faust Cehennemde, 1903 ) başta olmak üzere Mary W. Shelley in “Frankenstein”ı (1910), Robert Louis Stevenson un “Dr. Jekyll and Mr. Hyde”ı (1908,) bunlara en yerinde örnekler. Sessiz korku daha çok yazınsal olduğundan diğer bir değişle uyarlamalar üzerinden yapıldığı için burada sinemanın edebiyata hizmet ettiğini görürüz. Burada amaç seyirciyi korkutmak yada dehşete düşürmek değil, edebi bir eseri hareket eden görüntülerle ve giderek gelişmekte olan tekniklerle izleyiciye aktarmaktır.
Öte yandan sinemaya toplumsal, sosyolojik ve siyasal korkuyu dışavurumcu alman sineması getirir. Sessiz alman sineması, sonrakilere de ilham kaynağı olacak bazı ilk örnekler de verir: Friedrich Wilhelm Murnau, Bram Stoker’ın, “Dracula” romanından esinlenerek, “Nosferatu, bir dehşet senfonisi” ( Nosferatu, Eine Symphonie Des Grauens , 1922) ile bir vampir klasiğine imza atar. Robert Wiene nin yönettiği, Doktor Caligari’nin Muayenehanesi de ( Das Cabinet Des Dr. Caligari , 1919), dışavurumcu alman sinemasının bir başyapıtı olarak, Birinci Dünya Savaşı sonrası Almanyasının toplumsal psikolojisini ve kendi ulusal gerçeklerini etkileyicibir şekilde yansıtmıştır. Bu saydığımız iki başyapıt günümüzde halen birçok film festivalinde özel gösterim olarak orkestralar eşliğinde izleyiciyle buluşmaktadır.
Tekniklerin gelişmesi ve imkanların da artması beraberinde giderek yönetmenlerin de yaratıcılıklarının sınırlarının ortadan kalkmasını sağlar. Birden dört bir yandan yaratıklar, canavarlar ve garip tiplemeler ortaya çıkar. Dracula (yön: Tod Trowning / 1930), Frankenstein (yön: James Whale / 1931), Morg Sokağı’nda Cinayet ( Murders In The Rue Morgue , Robert Florey / 1932), Dr. Jekyll And The Mr. Hyde (yön: Rouben Mamoulian / 1932) , bu alttürün ilk örnekleridir. 60’lı yıllarda Edgar Allen Poe eserlerinin uyarlamaları şeklinde devam eden bir klasiklere dönüş yaşanır. Bu yıllara kadar görülen birçok örnek bilinen temaları tekrar eden, edebi eserlerden çokca destek alan klasik korku sinemasına dahildir diyebiliriz.
Tür, haliyle genel olarak fantastik temellere dayanır, çılgın bilim adamları, büyüler ve doğaüstü olaylardan beslenir. Korku sinemasının gidişatı bu şekilde devam ederken Avrupa ve Amerika sinemasında, korku, kuşku, ürkütücü bir şeyler olacağına dair oluşan beklenti duygusunu ön plana çıkaran Alfred Hitchcock tarzı ortaya çıkar ve bu öğeleri nefes kesecek bir biçimde harmanlayan Hitchcock, başlı başına bir akımın öncüsü halini gelir. Kiracı ( The Lodger , 1926), Rebecca (1940), Ölüm Kararı ( The Rope, 1948), Sapık ( Psycho , 1960), Kuşlar (The Birds , 1963), türü yeni ufuklara taşıyan, Hitchcock kültleri olarak sinema tarihine geçer.
Gerilimle korku arasında gelgitleri uygulamayı tercih eden yönetmen Roman Polanski’de Ira Lewin’in romanından uyarladığı Rosemary’nin Bebeği ( Rosemary’s Baby , 1968) ile şeytan ve çocuk sembolleriyle şok olgusundan ustaca yararlanır. Filmin etkisi öyle büyük olacaktır ki polanski nin 9 aylık hamile eşi Sharon Tate, bebeğiyle birlikte Charles Manson tarafından bıçaklanarak öldürülecektir.
Hitchcock sonrası gerilim sineması giderek klişeleşir. Ara ara zeka ve ustalık anlamında başarılı eserler çıksa da, gerilim giderek kan kaybeder. Ani efektlerin bolca kullanıldığı şok sinemasına yönelim giderek artar. Bu arada William Friedkin’in Şeytan’ı ( The Exorcist , 1974) (Aynı yıl Metin Erksan’da yerli bir versiyonunu çekmiş ve daha orjinali Türkiye’ye gelmeden vizyona sokmuş ancak pek bir başarı elde edememiştir.) o dönem için türünün en önemli örneği olur . İşte tam da bu yıllarda günümüz korku sinemasında da oldukça yer etmiş “teen slasher” türünün tohumları atılır. Tobe Hooper’ın yönettiği, gerçek bir seri katil olayından esinlenen “The Texas Chainsaw Massacre” (Teksas Katliamı, 1974) çekilir. Bu film “teen slasher” filmlerin ilki olarak kabul edilir. Ardından 1977’de Wes Craven’in ikinci filmi olan(İlk filmi kızlarına tecavüze yeltenen sapıklardan öcünü alan aileyi anlattığı “The Last House On The Left(1972)’dir ki, vahşet sahneleri sansürlenmiştir ve halen “sansürsüz” hali bulunmamaktadır.), kırsala yolu düşen bir aileye saldıran yamyamların hikayesini konu aldığı “The Hills have eyes”ı ,1978’de namusunu temizlemek için ablasının peşine düşen ve bu esnada da yoluna çıkanları da es geçmeyen “Michael Myres”ın hikayesini anlatan “John Carpenter” imzalı Hallowen’ı ileriki yıllarda birçok yapıma örnek teşkil edecek klasikler olmuştur.
Ve yıl 1980 olduğunda ise türe uzak bir isim olmasına rağmen, Stanley Kubrick The Shining’le dehşet ve şok sinemasının en tepesinde yerini alır. Kimilerimize ilginç gelebilir ancak, halen en korkunç, en dehşet verici, tüm zamanların en ürkütücü filmleri sıralamalarında birinciliği başka bir filme kaptırmamış, aradan yıllar geçmesine rağmen, The Exorcist(1974) dışında başka bir yapım, the shining in yakınına bile yaklaşamamıştır.
1996 yılında wes craven’in “scream”i “teen slasher” filmlere ve korku sinemasına yeniden can verir ancak diğer tarafdan bir kısır döngünün de başlangıcıdır. “scream”in haklı başarısı sonrası ticari amaca yönelik olarak korku sinemasına bir yönelme olsa da bu yöneliş herhangi bir estetik kaygı gütmediğinden türe katkıdan çok zarar getirmiş ve korku sineması günümüzde bir deneme türü, bir nevi “fastfood” halini almasında en büyük etken olmuştur. Holywood türlü benzer filmler çektikden sonra imdadına uzak doğu yetişmiştir. 1998’de Hideo Nakata’nın, Koji Suzuki’nin romanından uyarlayarak sinemaya aktardığı Ringu’yu keşfeder Gore Verbinski ve 2002’de yeniden çevrimini yapar. Böylece ıslak düz saçlı çekik gözlü kız kabusu sarar heryeri. Bu başlangıç Hollywood yapımı korku sinemasına nefes aldırır ancak bu bir nevi son nefestir. Bundan sonra yapılan, uzak doğu ihracı filmler Ring kadar başarılı olamamış, bunun yanında uzak doğu korku sinemasını daha da gözler önüne getirerek izleyiciyi Hollywood’da yapılan yeniden çevrimler yerine filmlerin orjianllerini izlemeye yöneltmiştir.
Amerikan sinemasının bu konudaki kısırlığını anlamak aslında o kadar da güç değil. Yüz yılı aşkın zamandır devam eden sinema ve korku sinemasına şöyle bir yukardan baktığımzda, Amerika’nın dayanabileceği bir efsaneler silsilesi, bir kültür, bir geçmiş yoktur. Şimdiye kadar yaptıkları yapımlar ya seri katiller, psikolojik gerilimler ya da dahiyene yönetmenler ve senaristlerin elinden çıkmış nadir kült yapımlardır. 2000’lerde yeniden canlanmak için bel bağladığı yeniden çevrimler, diğer ülkelerde ses getiren yapımları yeniden çevirme furyası da, Türk televizyonlarında gördüğümüz, tutan bir dizi ya da yarışmaya benzer yapımların peşi sıra gelmesinden farklı değildir.