28 Şubat 2009 Cumartesi

The Reader

Film açılışını, 1995 yılında Berlin de, burjuvaziden nasibini almış tipik klişeleri ile; beyaz yaka, kol düğmeleri, şık sayılabilecek kahvaltı takımı, kahveyle güne başlayan "iş adamı galibaaa"diye düşünebileceğimiz, sonrasında avukat olduğunu anlayacağımız bir adam (Ralph Fiennes) ve yine şimdi bunun sevgilisi de vardır klişesiyle devam eden, haklı çıkaran, arada bir kızıyla buluşan bekar baba klasiğiyle açılır....ama! Filmimiz, pencereden zarif bakışlarıyla dışarı bakan Ralph Fiennes'i yani Micheal karakterini güzel bir geçişle ilk gençlik yıllarına götürmesiyle ve genç Micheal'in Hanna (Kate Winslet) ile nasıl tanıştığını görmemizle bizi içine çeker...


"The Reader"ın, 1958 yılında geçen ilk bölümünde, 15 yaşındaki mutsuz Micheal (David Kross) ve 36 yaşındaki çekici Hanna arasındaki ilişkiye tanık oluruz. Hasta olan Micheal'a Hanna 'nın yardım etmesi ile başlar herşey...iyileştikten sonra Micheal 'ın elinde çiçeklerle Hanna'yı ziyareti, niyeyse bana tüm film boyunca hep açıkmış ve herkes istediği gibi girebilirmiş gibi görünen evinin kapısından Micheal'in içeriye süzülüşü ve genelde sinirli ve soğuk görünen Hanna 'nın, iç çamaşırlarını ütülerken Micheal'ın gözlerinin çamaşırlara kilitlenmesiyle çok geçmeden sevişeceklerini anlamamızla devam eder.... Gelelim göze çarpan ilk klişelerden, filmdeki güzelliklere...okuma, sevişme ve banyo üçgeninde yaşanan ve Micheal'ın ilk heyecanını, 1990 doğumlu David Kross'un Kate Winslet karşısında hiç de küçümsenmeyecek bir oyunculukla sergilemesi bence takdire şayandır..özellikle filmin ikinci yarısında Hukuk Fakültesinde okuyan, Hanna'nın ortadan aniden kaybolup 8 yıl sonra bir savaş suçlusu olarak karşısına çıktığı sahnelerde, kafası karışık, üzgün, bir zamanlar sevdiği kadının bir Nazi olduğunu öğrenmesiyle ciddi şekilde yaralanan Micheal'ı çok da güzel oynamıştır kanımca..Kate Winslet ise zaten Oscar'ı ve bilimum ödülleri kapmış, filmdeki oyunculuğunun ne denli iyi olduğunu kanıtlamıştır..gerçi Oscar ve Altın Küre ödüllerini alırken yaptığı konuşmalar, bende niyeyse "hala rol yapıyo galiba"hissini uyandırmıştır, ama üzerinde durulmamıştır ve kendisinin güzel olduğu kadar yetenekli olduğu gerçeği bir kez daha kabul görmüştür...

Mahkeme sahnesinde, Hanna'nın yargılanan diğer kadınlar tarafından komploya kurban gidişi, Micheal'ın neden Hanna ile bir türlü temasa geçemediğinin tam hissettirilemediği sahneler sanki biraz yüzeysel, biraz da tiyatro sahnesi gibi kalmış...özellikle diğer nazi suçlularının Hanna'yı işaret ettikleri "o yaptı, o yaptı" dedikleri sahne ise izleyicide kısa süreli ve ufak çaplı bir düşüşe yol açmıştır...

Mahkum edilen Hanna ve sonunda onu görmeye giden Micheal'ın bir araya geldikleri sahnede de aradaki 25 yaş farkı, gerçekten muhteşem makyaj sayesinde sanki 40'a çıkmıştır, ama yaş farkının birdenbire artmış gibi durması heralde Hanna'ya hapishanede geçen günlerin etkisiyle çökmüş imajı verilmek istenmesinden kaynaklanmaktadır diye düşünmekteyim.. (Bu arada film Almanya'da geçmesine ve herkes Alman olmasına rağmen hiç kimse almanca konuşmamaktadır...)

Dip not olarak eklemeden geçemeyeceğim, "The Reader",Bernhard Schlink'in aynı adlı romanından uyarlanan ve 39 dile çevirilen ünlü bir eser. Filmin kitaba göre, bazı konularda biraz daha yanlı olduğu düşünülmekte ise de "The Reader" üzerinde konuşulmaya ve izlenmeye değer güzel bir film..iyi seyirler..

9 Şubat 2009 Pazartesi

Bu bi' bubi

Kurbanının, harekete geçirdiği mekanizmanın çalışmasıyla, avlandığı tuzaklara genel olarak bubi tuzağı denmektedir, bildiğiniz üzere. Ne mekanizması olduğu önemli değil, bir mekanizma olsun da... Gerilmiş bir ip, yay etkisi gösteren ağaç dalı gibi seçenekleri mevcuttur. Bizim konumuz ise Hollywood'un bize sunduğu muhteşem ötesi bubi tuzaklarıdır. Derdim ise hepsiyle değil, tarihi olanlarladır.

Indiana Jones'un önderlik ettiği macera delisi abilerimizin sık sık rastladığı bu tuzaklar, kendilerine verilmiş olan tarih öncesinden kalma kıymetli nesneyi koruma görevini, sahip oldukları üstün teknolojiyle sürdürürler.

(abi düşeceksin)

Dikkat edilecek ilk husus, bu mekanizmaların karmaşıklığıdır. Bilmam kaç yüzyıl öncesinden bahsedilir ama tuzağımızın maaşallahı vardır. Bugün TÜBİTAK!a gitsen, onlar yapamaz kolay kolay bu tuzakları. Ok ve mızrakla geyik avlamaya çalışan atalarımızı tebrik etmek gerek bu yüzden. Ne yokluklar içinde, nasıl işler başarmışlar.
İkinci mesele tetikleme mekanizmasıdır. İlk paragrafın alt kümesi diyebiliriz buna. Yine dahi atalarımız, o kadar üstün bir teknoloji kullanmıştır ki, bir taşa basmakla koca duvarlar yerinden oynar, duvarlar oklarla çapraz ateşe tutar falan filan. En inanılmazı ise küçücük bir delikten sızan günışığının önünden geçince çalışan tuzaktır. Burda atalarımız ilmin ve fennin sınırlarını zorlayıp fotosel kullanmış ve ışığa duyarlı tuzak gerçekleştirmiştir. Hatta o kadar gelişmiş bir programı vardır ki, gece olunca ışığın kesilmesiyle, önünden geçen birinin ışığı kesmesini ayırt edebilmektedir.

Asıl konu ise şudur. Bu tuzaklar gerekli enerjiyi de bir şekilde bulmaktadır. Yine manyak atalarımız öyle bir potansiyel enerji bulmuşlardır ki, yüzyıllar sonra bile kinetik enerjiye dönüşebilmektedir. Koca koca duvarlar, kayalar, insanların üstüne gelmekte, devasa bir kaya yuvarlanmakta, binlerce ok fırlatılmaktadır. Ne karşılığında? Işığın önünden geçtik diye. E ayıp ama! O duvarlar neyle hareket ediyor? binlerce julluk kuvveti nereden elde ediyor bu aletler? Teknolojik olarak mümkün olan iki şey var bildiğim kadarıyla. Yerçekimi ve yay etkisi. Yerçekimi desen, nasıl bir kaya serbest düşmeye bırakılıyor ki o koca duvarlar yerinden oynuyor. Hadi o mümkün olsun, o kadar yükü tutan ip veya her neyse, nasıl o kadar yıl kopmuyor? Yay etkisi desen, gerilen bir nesne yüzyıllar boyunca nasıl esnekliğini kaybetmiyor? Hadi etmedi o nasıl bir yaydır? Hadi onu da buldun diyelim, o yayı nasıl gerdin zamanında?

(yere yatsa kurtulacak gibi)

Velhasıl kelam, kahramanımız bu tuzaktan kurtulduktan sonra mal gibi sevinmemelidir. Hemen ülkesinde bilimden sorumlu bakana gidip durumu anlatmalı, o yüksek teknoloji incelenmelidir. Belki de atalar Erke Dönergeci'ni buldu haberimiz yok anasını satayım. İki altın buldum diye zıplıyorsun yerinde!

DANCER IN THE DARK

Evvelce izlenmiş ve hafızadan silinemeyen filmler listesine göz atıyoruz...
-"Çok film seyrettin oğlum, kendine gel!" diyen bir şarkı hatırlarım*-
Bir miyop için daha da dokunaklı olan konu, soundtrack kusursuzluğu, björk...
DANCER IN THE DARK...
Şahsi geçmişimden yola çıkarak şahsi ayaklanmalarımın çoğunun destekçisi olan bir çok film sayabilirim; ama işbu film ziyadesiyle özel.
Şöyle ki, küçücük dünyasında mutlu olan ve daha da mutlu olmak için ne yapması gerektiğini bilen "iyi kalpli" bir insan gördüğümde her zaman garip atmaya başlayan yüreğim, niteliklerini saydığım bu tip insanları film karakteri olarak görünce daha bir garip hal alır.
Bir insanın fabrikada çalışması ve "az"la yetinmesi benim için büyük bir erdemdir.
Diyeceksiniz ki bu kadar mı? Tabii ki değil, filmin kurnaz senaristini kutlamam gereken başka bir nokta da "iyi niyetli" karakterini "hayalperest" ve hatta "dans,müzik düşkünü" eylemesi.
Duyduğu sesleri müziğe dönüştürüveren şahane kulaklara sahip ama önünü görmekte biraz kusurlu...
-Aklıma gelen türlü düşünceler yıllar ve yıllar sonra beni Mevlana'ya yönlendirdiğinde ondan duyacaktım bu karakterle örtüşen müthiş sözü:
"Kulak, eğer görmesini bilirse gözdür."
**-
Filmin soundtracklerinin mükemmelliği kayıtsız kalamadığım ayrı bir güzellik. Görüntüler ve zaman zaman değişen ve kayan anlar, yani her görüntünün düzenli gitmemesi, bazen diyaloğun önden gelmesi, yani gerilim yaratmanın müzikle değil de görüntüyle sağlanması, benim "müziğe saygı duyan yönetmen her duygu yaratımı için müzik dayamaz filmine kardeşim..." deyişlerime uygun bir yöntem.
"Anne" mevzusunu hiç açmıyorum, zaten çokça işlenen bir mevzudur, ama bu filmde "annelik" sebebiyle doğan "özel" duyguların biraz "insani duygu" tarafına yönlendirilmesi hoşuma gidiyor. Yani doğurmadan da bu duygulara sahip olabiliriz; dikkat ederseniz baş karakter öyle bir insan ki oğlu olmasa da başka biri için bu ameliyata para biriktirmeye çalışırdı-ya da bana öyle geliyor-.
Özetle: İyilikseverler manifestosu ama kötümser.
"Es geçtiğim" değil ama "hatırlayamadığım" ve belki de "dikkat edemediğim" başka noktalar ve doğrular için lütfen dürtünüz.



*Kesmeşeker
**Hayda diyeceksiniz,biliyorum ama yine de ısrar ediyorum ki, bir film asla sadece bir film değildir. Onu beslemeli. Yani farklı sanatlar arasında bağ kurmak enfes bir durum ortaya çıkarıyor. Burada kişi sadece kulakları sayesinde iğrenç çıkan o sesleri - makina sesi- müthiş bir şeye çevirebiliyor. Çoğumuz bunu gözlerimizle yaparız, sadece su olan denizi doğa harikasına çeviririz, ya da bir taşı yontarak heykel haline getirebileceğimizi hayal ederiz. Ama sesleri güzelleştirmek ve ritmi duymak, hatta ritim uydurmak hangimizin aklına gelir? Gözlerimiz bu kadar işleyerek diğer duyularımızı arka plana atmasaydı çoğumuzun aklına gelirdi.



7 Şubat 2009 Cumartesi

Tokyo Gore "Police"!!!

İsminden de anlaşılageldiği gibi filmimiz Japonya'da geçmekte ve polis departmanıyla alakalı. "Gore" olmasından mütevellit, oldukça da kanlı olsa gerek.
Seneler seneler geçmiş, Tokyo bildiğiniz Tokyo değil artık. Özelleşme almış yürümüş. Polis departmanı da bundan nasibini almış ve özel bir şirket tarafından işletilir olmuş. Mottoları da "suçluyu öldürmek farzdır." gibisinden. Tabi bu kadar değişimle beraber suçlular da oldukça gelişme kaydetmiş. Kendilerine "Mühendis" denilen bir suçlu türü ortaya çıkmış. Bu tür, anahtar şeklinde bir tümör vasıtasıyla bünyeden bünyeye geçmekte ve kafası attığında yada uzuvlarından biri koptuğunda mutasyonumsu bir değişim geçirerek bir ölüm makinası haline gelebilmekte. İşin "gore" tarafına oldukça uygun yani.

Hikayenin ana teması bu şekilde. Devamına, izleme şansınız olduğunda görmeniz daha hayırlı kanımca. İzleme demişken, zaten izlemek isteseniz ilk sahnelerde farkına varırsınız ki, film pek hassas bünyelere göre değil. Hani şurdan kan akarsa rahatsız olurum diyorsanız hiç yanaşmayın. Çünkü hiç öyle bir şey olmuyor, sürekli kan var zaten.

Başroldeki hanım kızımıza Takashi Miike'nin "Audition"undan aşinayız. Az konuşup çok iş yapmış kendisi bu filmde de. Yönetmenimize gelicek olursak, işte işin özü tam da burada yatıyor. Kendisi uzakdoğuda birçok filmde makyaj ve özel efektler üzerine çalışmış olan "Yoshihiro Nishimura". Artık yaratıcılığına göre bir film bulamamış olacak ki kendi sınırlarını görmek için bu filmi yapmak istemiş. Görsel açıdan tam bir "gore" denilebilir bu film için. Makyajlar ve efektler çok gerçekci olma yoluna gitmeden, filmin ciddiyet dozuyla örtüşür kıvamda ve türü sevenleri memnun edecek seviyede.

Özelleştirme, polis, toplum, reklam eleştirileri -haliyle- yüzeysel geçilirken, uzuvlar üzerinde yapılan çalışmalar ve başkalaşımlar "Cronenberg"den izler taşımakta. "Mühendis", meta fetişi ve cinsel çağrışımlar, yapılan özel efektlerle bileşince, akıllara hemen kendisini getirmekte.

Bu tarz filmlere ilgi duymayanların uzak durmasının kendileri için daha iyi olacağı kanısında olmakla birlikte türden hoşlananlar eğer bu filmi sinema ortamında izlemek isterlerse if istanbul 2009'u takip edebilirler.

http://2009.ifistanbul.com/filmler/tokyo-gore-police.aspx

not: Unutmadan, "More Gore Coming Soon"

4 Şubat 2009 Çarşamba

"27"

Bir güzel insan Stuart Samuel. Genelde festivallerden aşinayızdır kendisine ve filmlerine. 1992 yapımı "Visions of Light"da sinemanın geçmişten günümüze gelişimini 100'den fazla filmden kesitlerle önümüze sermiştir. Ancak kendisini farketmem 25. İstanbul Film Festivalinde izleme şansı bulduğum "Midnight Movies: From the Margin to the Mainstream" ile oldu. Geceyarısı sinemasının doğuşunu ve başyapıtlarını onun gözünden izlemek, o zamanlara ufaktan bir yolculuk yapmak gerçekten hoş bir tecrübe olmuştu o seansda salonda olanlar için.

Şimdilerde kendisi "27" fenomeniyle, yine o zamanlara ufak bir yolculuk yapmaya hazırlanmakta. Genç dimağların hep ilgisini çekmiş ve de çekmekte olan "27'liler"i daha farklı bir pencereden gösterecek muhtemelen.

"27", altmışların sonlarında, 1969,1870 ve 1971 yıllarında yayılan, 68 dalgasının nasıl bir altyapıyla oluştuğunu, o senelerde hayatlarına son veren rock and roll ikonları , Jimi Hendrix, Janis Joplin ve Jim Morrison'ı da hikayenin içine kartarak bize sunacak.

İzlemeden daha fazla şey söylemek zor tabi bu film hakkında. İçerisinde politik göndermelerden, karşı kültürün doğuşuna, daha önce yayınlanmamış performanslar ve röportajlardan o dönemin canlı şahitlerine kadar nicelerini barındıracak olan bu belgeseli, muhtemelen önümüzdeki yılalrdaki festivallerden birinde görme şansı bulabileceğiz. Şahsen en kısa zamanda görmek isterim yukarıdaki resmi bir festival kitapçığında.


3 Şubat 2009 Salı

Yola Çıkamayan Yol Hikayesi (Pandora'nın Kutusu)

Pandora'nın kutusu için taşra kentli diyalektliğinin bir aile üzerinden yansıması filmi dersek yanlış olmaz. Son dönem Türk filmlerinin birçoğunda gördüğümüz üzere unutulmuş bir geçmiş var ve bu geçmişi bize hatırlatan, hatırlatmaya çalışan nesneler ve her zamanki bütün kötülüklerin babası büyük şehir, şehrin içine sıkışmış olmalarına rağmen yapayalnız olan bireyler, kısacası bildiğin, bildiğim, bildiğimiz bir hikaye.

Ve sonra film bir yol hikayesi tadıyla başlıyor. Türk sinemasında örneklerine pek rastlayamadığımız bir tür olan yol hikayesi filmi izleyip izleyemeyeceğimizi düşünürken istanbul a dönüyoruz bile. ben bu sefer tomris uyar vari bir aile hikayesi mi izleyeceğiz diyorum, ama bütün karakterler kendi yoluna gidiyor ve bütün film boyunca yolları sadece bir kez daha kesişiyor; ki bence bu filmin en büyük eksiği de bu. karakterlerin bir arada duramaması senaryonun kolaya kaçması olarak algıladım, pandora nın kutusu açılırken yeterince yüzleşmiyor karakterler.
Bundan öte bir diğer sorunda karakterlerin klişeler üzerine oturtulması. histerik evde kalmış hatun kişi annesini sorumsuzca bırakır sevgilisine gider, abla anne aşırı kontrolcüdür, oysa çocuğun tek istediği onu dinlemeleridir, dayı ise tam bir felakettir, uzak durulması gereklidir; ki burada hakkını vermeliyim, serde loser lık olmasından mıdır bilinmez filmde en gerçekçi bulduğum tipte dayı oldu. kısacası orta sınıf, entellektüel bir şehirlide rastlayabileceğimiz bütün özellikleri sahip bu karakterler insanı rahatsız ediyor ve belki de klişe diyalogların artmaması için yönetmen onları geride bırakıyor ve ikinci yarıyı nineyle torununa, hikayenin en masumlarına hasrediyor. bu konuda en son olarak şunu söyleyeceğim bir filmde karakter sayısı arttıkça onların parlama şansı her zaman azalır ve her zaman o karakterler standartlaşır.

Pekala cumhuriyet mitingi, üniversite öğrencisi sucu çocuk gibi nereye oturtacağımız bilemediğimiz yersiz eleştirileri bir kenara bırakıp hikayenin sonuna gelecek olursak türk filmlerinde görmeye alışkın olduğumuz seyiriciye oynama alışkanlığına kapılmadığı için filmi başarılı sayabiliriz. ve film için bir yol hikayesi paydasını da verebiliriz alışık olmadığımız, türün özelliklerine sahip olmasa da pandora nın kutusunu yola çıkamayanların yola çıkanlara ancak seyirci olduğu bir yol filmi olarak görebiliriz. ve hattta filmin anlatmak istediği aile hikayesini de yarı yolda bıraktığına göre aynı adlandırmayı film için de yapabiliriz. bütün bu adlandırmalar bir yana sinema kariyeri on beş seneyi bulan bir yönetmenin gelebileceği en üst nokta burası mıdır, bundan şüpheliyim.

Son olarak filmden önce teaser ını izlediğim ümit ünal ın gölgesizlerine değineceğim. gölgesizler türk romanının varoluşçu doruklarından bir tanesidir ama teaser ı izlerken bir gerilim filmi izleyeceğini sanıyor insan. ünal ın ısmarlama olarak filmi çekmesi, toptaş ın senaryoyu kabul etmesine rağmen kafamda soru işaretleri yaratıyor, umarım iki bin dokuz en çok beklenen çalışmalarından olan gölgesizler beklentilerin çok altında kalmaz.

Bitirmezsen Arkandan Gelir! (Korku Sineması Gibi)

-Abi ne anlıyorsunuz bilmiyorum şu filmleri izlemekten?
+Nasıl yani?
-Korkmuyorum ki ben, hem çok saçma bu filmler.
+Üzüldüm senin adına...

İzliyoruz korkuyoruz, bazen tekrar izlediğimizde, ne olacağını bilmemize rağmen gene aynı tadı alabiliyoruz. Gerçekten korkuyor muyuz? Bence hayır. Bir nevi korku simülasyonu yaşıyoruz beyaz perdenin arkasındaki dünyada olanlarla. Ben korkmuyorum demenize gerek yok yani. Biz de korkmuyoruz zaten. Filmle aramızda o bağı kuruyor ve o anın zevkini çıkarıyoruz. Eğer cidden korksaydık, her korku filminde salonları boşaltırdık ilk sapık katili yada vampiri gördüğümüzde, ilk sinema filminin gösteriminde olduğu gibi. Demek oluyor ki sinemanın başlangıcından beridir var da diyebiliriz bu tür için.

Bu başlangıcı biraz açacak olursak, 28 aralık 1895’de Paris'de bir kahvenin bodrum katı, august ve louis lumiere (nam-ı diğer lumiere kardeşler) buluşları olan sinematografın ilk gösterisi için bu kahveyi kiralıyorlar. O tarihi an gelip çattığında ise koltuklarına rahatça yerleşmiş bu ilk sinema meraklıları, “bir trenin la ciocat garı na girişi” isimli film başlar başlamaz korkudan kaçışmaya başlıyorlar. Tren üstlerine doğru gelmekte ve kaçacak yer yok! Gerçekliğin birebir sinemaya aktarımı sayabileceğimiz bu filmle başlıyor korku sineması uzun serüvenine.

Peki bizi bu kadar etkileyebilen bu filmlerin genel olarak ne yapar? Diğer sinema yapıtlarında olduğu gibi hayatın kendisini temel alarak, bir nevi yaşanılanı anlatırlar. Tabi bunu yaparken her zaman bilindik tehlikeleri olduğu gibi yansıtmak yerine onu yeni tehlikelere dönüştürür, buradan yola çıkarak olması gerekeni değişime uğratır ve onu sıradanlıktan kurtarıp zekice bir yapıya kavuştururlar. Sonuç olarak somut korkuyu oluşturan etkenlerin biçim değiştirmiş türevleri korkuyu ortaya çıkarmak için yeterlidir. Bu filmlerdeki tehlike gerçek yaşamın yansıması olarak bakıldığında rasyonel, ancak verdiği korku hissiyatı irrasyoneldir.

Korku sineması gerilim, dehşet ve daha başka türler gibi, sessiz dönemden kalan klasik yapıtlara da sahip bir türdür. İlk korku sinemasının kaynağı yazınsaldır. bir çok edebi uyarlama üzerinden hareketle eserler beyaz perdede yer almıştır. Bu yıllarda bilim-kurgu sinemasının öncüsü sayılabilecek Georges Melies’in eseri “Faust Aux Enfers” (Faust Cehennemde, 1903 ) başta olmak üzere Mary W. Shelley in “Frankenstein”ı (1910), Robert Louis Stevenson un “Dr. Jekyll and Mr. Hyde”ı (1908,) bunlara en yerinde örnekler. Sessiz korku daha çok yazınsal olduğundan diğer bir değişle uyarlamalar üzerinden yapıldığı için burada sinemanın edebiyata hizmet ettiğini görürüz. Burada amaç seyirciyi korkutmak yada dehşete düşürmek değil, edebi bir eseri hareket eden görüntülerle ve giderek gelişmekte olan tekniklerle izleyiciye aktarmaktır.

Öte yandan sinemaya toplumsal, sosyolojik ve siyasal korkuyu dışavurumcu alman sineması getirir. Sessiz alman sineması, sonrakilere de ilham kaynağı olacak bazı ilk örnekler de verir: Friedrich Wilhelm Murnau, Bram Stoker’ın, “Dracula” romanından esinlenerek, “Nosferatu, bir dehşet senfonisi” ( Nosferatu, Eine Symphonie Des Grauens , 1922) ile bir vampir klasiğine imza atar. Robert Wiene nin yönettiği, Doktor Caligari’nin Muayenehanesi de ( Das Cabinet Des Dr. Caligari , 1919), dışavurumcu alman sinemasının bir başyapıtı olarak, Birinci Dünya Savaşı sonrası Almanyasının toplumsal psikolojisini ve kendi ulusal gerçeklerini etkileyicibir şekilde yansıtmıştır. Bu saydığımız iki başyapıt günümüzde halen birçok film festivalinde özel gösterim olarak orkestralar eşliğinde izleyiciyle buluşmaktadır.

Tekniklerin gelişmesi ve imkanların da artması beraberinde giderek yönetmenlerin de yaratıcılıklarının sınırlarının ortadan kalkmasını sağlar. Birden dört bir yandan yaratıklar, canavarlar ve garip tiplemeler ortaya çıkar. Dracula (yön: Tod Trowning / 1930), Frankenstein (yön: James Whale / 1931), Morg Sokağı’nda Cinayet ( Murders In The Rue Morgue , Robert Florey / 1932), Dr. Jekyll And The Mr. Hyde (yön: Rouben Mamoulian / 1932) , bu alttürün ilk örnekleridir. 60’lı yıllarda Edgar Allen Poe eserlerinin uyarlamaları şeklinde devam eden bir klasiklere dönüş yaşanır. Bu yıllara kadar görülen birçok örnek bilinen temaları tekrar eden, edebi eserlerden çokca destek alan klasik korku sinemasına dahildir diyebiliriz.

Tür, haliyle genel olarak fantastik temellere dayanır, çılgın bilim adamları, büyüler ve doğaüstü olaylardan beslenir. Korku sinemasının gidişatı bu şekilde devam ederken Avrupa ve Amerika sinemasında, korku, kuşku, ürkütücü bir şeyler olacağına dair oluşan beklenti duygusunu ön plana çıkaran Alfred Hitchcock tarzı ortaya çıkar ve bu öğeleri nefes kesecek bir biçimde harmanlayan Hitchcock, başlı başına bir akımın öncüsü halini gelir. Kiracı ( The Lodger , 1926), Rebecca (1940), Ölüm Kararı ( The Rope, 1948), Sapık ( Psycho , 1960), Kuşlar (The Birds , 1963), türü yeni ufuklara taşıyan, Hitchcock kültleri olarak sinema tarihine geçer.

Gerilimle korku arasında gelgitleri uygulamayı tercih eden yönetmen Roman Polanski’de Ira Lewin’in romanından uyarladığı Rosemary’nin Bebeği ( Rosemary’s Baby , 1968) ile şeytan ve çocuk sembolleriyle şok olgusundan ustaca yararlanır. Filmin etkisi öyle büyük olacaktır ki polanski nin 9 aylık hamile eşi Sharon Tate, bebeğiyle birlikte Charles Manson tarafından bıçaklanarak öldürülecektir.

Hitchcock sonrası gerilim sineması giderek klişeleşir. Ara ara zeka ve ustalık anlamında başarılı eserler çıksa da, gerilim giderek kan kaybeder. Ani efektlerin bolca kullanıldığı şok sinemasına yönelim giderek artar. Bu arada William Friedkin’in Şeytan’ı ( The Exorcist , 1974) (Aynı yıl Metin Erksan’da yerli bir versiyonunu çekmiş ve daha orjinali Türkiye’ye gelmeden vizyona sokmuş ancak pek bir başarı elde edememiştir.) o dönem için türünün en önemli örneği olur . İşte tam da bu yıllarda günümüz korku sinemasında da oldukça yer etmiş “teen slasher” türünün tohumları atılır. Tobe Hooper’ın yönettiği, gerçek bir seri katil olayından esinlenen “The Texas Chainsaw Massacre” (Teksas Katliamı, 1974) çekilir. Bu film “teen slasher” filmlerin ilki olarak kabul edilir. Ardından 1977’de Wes Craven’in ikinci filmi olan(İlk filmi kızlarına tecavüze yeltenen sapıklardan öcünü alan aileyi anlattığı “The Last House On The Left(1972)’dir ki, vahşet sahneleri sansürlenmiştir ve halen “sansürsüz” hali bulunmamaktadır.), kırsala yolu düşen bir aileye saldıran yamyamların hikayesini konu aldığı “The Hills have eyes”ı ,1978’de namusunu temizlemek için ablasının peşine düşen ve bu esnada da yoluna çıkanları da es geçmeyen “Michael Myres”ın hikayesini anlatan “John Carpenter” imzalı Hallowen’ı ileriki yıllarda birçok yapıma örnek teşkil edecek klasikler olmuştur.

Ve yıl 1980 olduğunda ise türe uzak bir isim olmasına rağmen, Stanley Kubrick The Shining’le dehşet ve şok sinemasının en tepesinde yerini alır. Kimilerimize ilginç gelebilir ancak, halen en korkunç, en dehşet verici, tüm zamanların en ürkütücü filmleri sıralamalarında birinciliği başka bir filme kaptırmamış, aradan yıllar geçmesine rağmen, The Exorcist(1974) dışında başka bir yapım, the shining in yakınına bile yaklaşamamıştır.

1996 yılında wes craven’in “scream”i “teen slasher” filmlere ve korku sinemasına yeniden can verir ancak diğer tarafdan bir kısır döngünün de başlangıcıdır. “scream”in haklı başarısı sonrası ticari amaca yönelik olarak korku sinemasına bir yönelme olsa da bu yöneliş herhangi bir estetik kaygı gütmediğinden türe katkıdan çok zarar getirmiş ve korku sineması günümüzde bir deneme türü, bir nevi “fastfood” halini almasında en büyük etken olmuştur. Holywood türlü benzer filmler çektikden sonra imdadına uzak doğu yetişmiştir. 1998’de Hideo Nakata’nın, Koji Suzuki’nin romanından uyarlayarak sinemaya aktardığı Ringu’yu keşfeder Gore Verbinski ve 2002’de yeniden çevrimini yapar. Böylece ıslak düz saçlı çekik gözlü kız kabusu sarar heryeri. Bu başlangıç Hollywood yapımı korku sinemasına nefes aldırır ancak bu bir nevi son nefestir. Bundan sonra yapılan, uzak doğu ihracı filmler Ring kadar başarılı olamamış, bunun yanında uzak doğu korku sinemasını daha da gözler önüne getirerek izleyiciyi Hollywood’da yapılan yeniden çevrimler yerine filmlerin orjianllerini izlemeye yöneltmiştir.

Amerikan sinemasının bu konudaki kısırlığını anlamak aslında o kadar da güç değil. Yüz yılı aşkın zamandır devam eden sinema ve korku sinemasına şöyle bir yukardan baktığımzda, Amerika’nın dayanabileceği bir efsaneler silsilesi, bir kültür, bir geçmiş yoktur. Şimdiye kadar yaptıkları yapımlar ya seri katiller, psikolojik gerilimler ya da dahiyene yönetmenler ve senaristlerin elinden çıkmış nadir kült yapımlardır. 2000’lerde yeniden canlanmak için bel bağladığı yeniden çevrimler, diğer ülkelerde ses getiren yapımları yeniden çevirme furyası da, Türk televizyonlarında gördüğümüz, tutan bir dizi ya da yarışmaya benzer yapımların peşi sıra gelmesinden farklı değildir.

1 Şubat 2009 Pazar

The 3. Conversation (High Fidelity)

".... You have potential. I'm here to bring it out."


"Potential as what?"
"As a human being. You have all the basic ingredients. You're really very likeable, when you put your mind to it. You make people laugh, when you can be bothered, and you're kind, and when you decide you like someone then that person feels as though she's the centre of the world, and that's a very sexy feeling. It's just that most of the time you can't be bothered."
"No," is all I can think of to say.
"You just . . . you just don't do anything. You get lost in your head, and you sit around thinking instead of getting on with something, and most of the time you think rubbish. You always seem to miss what's really happenning."
"This is the scond Simply Red song on this tape. One's unforgivable. Two's a war crime. Can I fast forward?" I fast forward without waiting a reply. I stop on some terrible post-Motown Diana Ross thing, and I groan. Laura ploughs on regardless.

"Do you know that expression, 'Time on his hand and himself on his mind'? That's you."

"So what should I be doing?"

"I don't know. Something. Working. Seeing people. Running a scout troop, or running a club even. Something more than waiting for life to change and keeping your options open. You'd keep your options open for the rest of your life if you could. You'll be lying on your deathbed, dying of some smoking-related disease, and you'll be thinking, well, at least I've kept my options open. At least I never ended up doing something I couldn't back out of. And all the time you're keeping your options open, and you're closing them off. ...... .

See how you're denying yourself things?"

I know we nearly got somewhere; I know that if I had any guts I would tell her that she was right, and wise, and that I needed and loved her, and I would have asked her to marry me or something. It's just that, you know, I want to keep my options open.,