27 Nisan 2009 Pazartesi

2009 Cannes İlk Bakış

Cannes Film Festivali önümüzdeki haftasonu başlayacak, şimdilik elimizde oyuncu kadrolarından başka hiçbir şey yok, o yüzden yarışma bölümünde yer alan önemli isimlere kısacağa değineceğiz, daha sonra okuduklarımızı anlatan bir şeyler de yazarız umarım.

Andrea Arnold 2006 yılında son filmiyle jüri özel ödülünü kazanmış bir isim, yeni filmiyle yarışma bölümünde yer alıyor. Pedro Almodovar daha önce en iyi yönetmen ve senaryo ödüllerini kazandığı festivalde üçüncü kez şansını deneyecek. Jacques Audiard uzun bir süre sonra Cannes'da yarışıyor. Marco Bellocchio defalarca önemli festivallerde yarışmış, ünlü bir isim, yarışma bölümünün en yaşlı isimlerinden. Jane Campion palmiyeyi ikinci defa almak için burada. Heneke Cache’den dört yıl sonra tekrar şansını deniyor, funny games in tekrar çekimini saymazsak uzun bir ara sayılır, yarışma bölümünün en dikkat çeken isimlerinden. Ang Lee Berlin ve Venice’de daha önce en iyi film ödüllerini kazanmıştı, Cannes’da ikinci kez yarışacak. Ken Loach palmiye aldıktan sonra Venice’e uğradı bir sonraki filminde, şimdi tekrar Cannes’da. Lou Ye son iki filmi Cannes’da yarışmış ama başarılı olamamış bir yönetmen, şu ana kadar dünya çapında tanınırlığı yakalamış bir isim değil. Gasper Noe çok konuşulan İrrreversible’dan yedi sene sonra tekrar Cannes’da. Park Chan Wook Old Boy filminden sonra ikinci defa yarışma bölümünde. Tsai Ming Liang daha önce bir kısmını Paris’te çektiği What time is it there filmiyle Cannes’da yarışmıştı, yine Fransa’da çekti son filmini, oyuncu kadrosunda Jeanne Moreau ve Jean Pire Leaud da var. Lars Von Trier de alışık olduğumuz üzere yeni filmini Cannes’da görücüye çıkartıyor. Aynı zamanda Resnais ve Tarantino’da yeni filmleriyle prestij amaçlı olarak yarışma bölümünde yer alıyorlar. Resnais'ye jürinin özel ödül vereceğini tahmin ediyorum ama Tarantino'nun hala neden yarışma bölümüne alındığını anlamakta zorlanıyorum. Tarantino'nun yarışmayı kazanamayacağına rağmen yarışmaya dahil olması ve organizasyonun onu yarışmaya alması bu yazının konusu değil, Cannes film festivali olgusunu tartışırken bunu incelemek gerek, bir sonraki yazımızda buna da kısaca değiniriz.

25 Nisan 2009 Cumartesi

Alt-Vizyon (3) - Cannes Galipleri

Önümüzdeki ay Cannes var, bu haftada program açıklandı, o zaman bizde geçen seneki ödüllü filmlerden öneride bulunalım dedik alt-vizyonda bu hafta.

Ben Hariç Herkes Ölsün, geçtiğimiz günlerde İstanbul Film Festivalinde gösterildi, bizde görme fırsatı bulduk. Film geçtiğimiz sene Cannes'da Altın Kamera Mansiyon Ödülünü kazandı-altın kamerayı geçtiğimiz günlerde vizyona giren açlık kazandı. Altın Kamera Ödülü bir yarışma sonucunda verilen bir ödül değil, Cannes'da gösterimi hakkı kazanan filmler arasından-bu ödülü kazanmak için filmin yönetmenin ilk filmi olması şart ve bu arada filmin yönetmeni de 1982 doğumlu- festival komitesinin seçtiği filmler bu ödülü kazanıyor ve böylece yönetmenler daha ilk filmlerinden dünyanın birçok yerinde gösterim şansı yakalıyor ve olanakları artıyor.

Ben Hariç Herkes Ölsün okulun düzenlediği baloya gitmek isteyen üç gencin iki üç günlük hikayesi. 15, 16 yaşındaki kızlarımız için balo her şeyden önemlidir, hatta sonsuza kadar süreceklerini söyledikleri arkadaşlıkları bile balo istenciyle çiğnenecektir. Film bu yaşların sınırsız coşkusunu, aile baskısını, verilen sözlerin ve arkadaşlıkların uçuculuğunu, karşı cinse olan sonsuz merakı gündelik diyaloglarla anlatmak istemiş. görüntüye güvenen, montajın nimetlerinden yararlanmak istemeyen bir çekim var filmde, hafif kameralarla hareketli çekimler yapılmış, çocukların telaşını yakalamak adına. basit, zorlamayan ve iyi çekilmiş bir film Ben Hariç Herkes Ölsün, es geçilmemesi gerek. imdb

Kornél Mundruczó'nun Delta'sı Cannes'da geçtiğimiz sene yarışma bölümüne seçildi, yönetmen Cannes da yarışan en küçük isimdi-1975 doğumlu- ve film gazeticilerin verdiği fibresci ödülünü kazandı.

Kornél Mundruczó 25 yaşında film çekmeye başlamış birisi ama bugüne kadar ismini duyurduğunu söylemek zor, Delta filmi onun uluslarası ilk çıkış. Delta yıllar önce ayrıldığı baba toprağına dönen Mihail'in burada babasının adına bir ev yapma çabasını konu ediniyor. Mihail geldiğinde yapayalnızdır, evine döndüğünde kardeşiyle tanışır ve ev yapımında kardeşi onun en büyük yardımcısı olur.

Konuyla ilgili bir şey yazmak istemiyorum, çünkü fazlasıyla spoiler olacak. açıkçası bu filmi beğenmedim. mihail karakteri son dönem türk filmlerinde de sık sık gördüğümüz dertli, suskun, atipiye tutulmuş adamlardan. bu film her ne kadar çok farklı bir konu işler gibi gözükse de küçük mahallede ötekine yer yok düşüncesinin bir tezahürü olmanın ötesine geçmiyor. dil olarak beğenilebilir ama bana fazlasıyla tutuk geldi bu film, özellikle finalinin çok aceleye getirilmiş olduğunu düşünüyorum. yine de fibresci almış bir film, geçtiğimiz senelerde İklimler, 4 Ay 3 Hafta 2 Gün gibi filmlerin de bu ödülü aldığını hatırlatalım. imdb

23 Nisan 2009 Perşembe

Nuri Bilge Ceylan bu sene de juri koltuğunda

Geçtiğimiz yıl Cannes Film Festivalinde "3 Maymun" filmiyle en iyi yönetmen ödülünü alan NBC bu sene de festival komitesi tarafından jüri üyeliğine seçildi. Bu seneki yarışma filmlerini de bugün yaptığı basın toplantısında açıklamış olan festivalin geçen seneki jüri başkanlığını muhalif oyuncu ve yönetmen Sean Penn yapmıştı.

22 Nisan 2009 Çarşamba

DØD SNØ (Dead Snow)

Yandaki afişde de gördüğümüz üzer, kanlar içinde bir elektrikli testere, bir SS subayının parçalanmış kafası, karlar içerisindeki fonda da zombi cemiyetine yeni katılan nazi zombiler. Gerçi daha önce de görmüş gibiyim bu tip zombileri ama tam olarak anımsayamadım. İşin özü; karşımızda 2009 Sundance Film Festivali'nin de seçkisinde yer almış olan Norveç yapımı bir zombi filmi. Geçmiş senelerde yapılmış olan Fritt Vilt (Cold prey) serisini saymazsak Norveç'den çıkan nadir korku! filmlerinden.

"Dead Snow", çoğu korku filminde de karşılaştığımız gibi, bir grup genç arkadaşın "Bu hafta nerde ölsek ki?" gibisinden bir düşünceyle, Norveç'in karlı dağlarına doğru yaptıkları yolculukla açılıyor. Tıp öğrencisi olan bu genç dimağlar kartopu oynamak, biraz kayak yapmak ve olabildiğince sosisli sandwich yiyebilmek için, bir arkadaşlarının dağ evine doğru gitmektedirler. Norveç'in karlı dağ manzaraları arasından evimize doğru giderken kendi aralarında korku filmi muhabbetleri de çevirmekten geri durmuyorlar. (bu esnada film de yavaş yavaş kendi ciddiyetini ortaya koyuyor ve bizleri nelerin beklediğinin işaretini alttan alttan veriyor.) Gecenin ilerleyen saatlerinde bulundukları muhitin esrarengiz bilen adamı "Çayınız kahveniz yok mudur gençler?" diyerekten arkadaşlarımızın kapısını çalıyor ve ufak da bir hikaye anlatıyor. Zombi nedir?, nazi nedir?, bu zombiler neden gelecektir gibisinden. Sonrası da malumunuz, gençlerin rahat durmaması, sevişmesi, harama el sürmesi ve olayların gelişmesi.

Son yıllarda oldukça revaşda olan korku filmi parodileri arasında benim için en başarılılarından biri diyebilirim Dead Snow için. Böyle bir düşünceye kapılmamdaki en önemli unsur filmin yönetmeni Tommy Wirkola'nın tam bir korku filmi tutkunu olması ve bunu da filmin diyaloglarına olabildiğince yansıtmış olması. Bunun yanında korku filmi klasiklerinden enstanteneleri çok iyi bir şekilde yerleştirerek hoş göndermeler yapması da cabası. (13. cuma, Evil Dead, Braindead t-shirt'ü gibi) Diğer tarafdan yönetmenin korku sineması (kokru parodi) adına yeni birşeyler getirme amacı olmadığını da fazlasıyla hissettirmesi filmi sorgulamadan izlememizi sağlıyor.

Zombi ihtiva eden bir korku parodisi dediğimizde en önemli unsurlardan birisi de tabii ki kesme, biçme, parçalama sahneleri. Bazı makyajlar göze batsa da kovalamaca ve yakalamacaların kareografileri oldukça başarılı kotarılmış. Kan revan unsurlarının da fazlasıyla Braindead'den feyz aldığı gözden kaçmıyor. Önceki Kill Bill parodisi tadında çektiği filminde de olduğu gibi absürd komedi sahneleri konusundaki başarısını bu filmde de gösterirken yeni yapımlarında neler yapacağı konusunda da heyecen yaratıyor.

Genelde Amerikalı kardeşlerimiz tarafından ele alınan zombi mevzusunun diğer milletler tarafından da ele alınmasının zombi dünyası açısından umut verici olduğunu düşünüorum. Özellikler geçenlerde izlediğim ingiliz aksanlı 4-5 bölümlük Dead Set serisinden sonra Norveçli kardeşlerimizin de böyle bir yapım izlemek farklı bir tat bıraktı bende. Bir korku filmi tutkunuysanız eğer; izleyin, eğlenin, tadını çıkarın derim ben bu film için.

18 Nisan 2009 Cumartesi

Alt-Vizyon (2)

Geçen hafta başladığımız köşemize bu hafta yine 2 filmle devam edeceğim. Her hafta tematik olarak seçmeyi düşünmüyorum filmleri ancak bu defa da aklıma İrlanda ile alakalı filmler düştü. 2002 tarihli Bloody Sunday ve geçmiş günlerde sınırlı mekanda gösterime girmiş 2008 yapımı Hunger.

Hunger İrlanda Ulusal Kurtuluş Ordusu'nun başını çektiği, 1980-1981 yıllarında yapılan açlık grevini merkeze alan film, bu eylemin önderlerinden Bobby Sands'ın üzerinden bu konuyu anlatıyor. Yer yer ana mevzuyu detaylandırmakta zorluk çekse de başarılı sayılabilecek seviyede tutabiliyor tempoyu. Filmi 3 bölümde ele alıcak olursak, ilk bölümde cezaevinde yapılan başkaldırı ve cezaevi yönetiminin buna karşı tutumu, ikinci bölümde Boby Sabds ve onu ikna etmek üzere gelen papazın efsanevi performanslarının yer aldığı kesintisiz planlar, üçüncü bölümü de Boby Sands'ın ölüme giderken yaşadıklarından oluşuyor diyebiliriz. Hunger, katıldığı fetivallerden şimdiye kadar 28 ödüle layık görülmüş bir yapım. Geçtiğimiz günlerde sınırlı sayıda sinemada gösterilmesi vesilesi ve de Bloody Sunday'e uygun bir eş olmasından ötürü bu filmi seçtim diyebilirim. imdb



Bloody Sunday, 30 ocak 1972'de, IRA mensubu olan şüphelilerin yargılanmadan göz altına alınmalarını protesto etmek için yürüyüş düzenleyen halkın üzerine ateş açılması ve 7'si çocuk 13 kişinin ölmesiyle sonuçlanan nam-ı diğer "Kanlı Pazar"ı, öncesinde ve sonrasında yaşananları anlatan 2002 yapımı bir Paul Greengrass filmi. Belgesel tadında çekilmiş olan filmin tamamına yakınında omuz kamerası kullanılmış. Son olarak da film çeşitli festivallerden 18 ödül almış. imdb

Bu iki filmi İrlanda mevzusu dışında çekim teknikleri ve kullanılan üsluplardan dolayıda peş peşe izlemek hoş olacaktır diye düşündüm. Bir tarafda yer yer minimalist ve sakin planlar, diğer tarafda olabildiğince hareketli, belgeselvari görüntüler. Hunger ve Bloody Sunday'le ilgili de söylenebilecek daha çokca laf olmasından mütevellit daha ayrıntılı bir yazıyı belki ilerki günlerde yazabilirim.

Bu haftalık köşemizi Bloody Sunday'in sonunda Ivan Cooper'ın (James Nesbitt) gazetecilere yaptığı son açıklamayla bitirmek istiyorum. Okuduktan sonra da U2'dan malum şarkıyı dinleyebilirsiniz.



"-Bugün öğleden sonra, bu şehirde 27 kişi vuruldu. 13'ü bu gece ölüm uykusunda. Onlar masumdu. Bizler oradaydık. Bu bizim Sharpeville'imiz. Bu bizim Amritsa Katliamı'mız. Bir gerçeklik ve utanç anı. Ve, eee, İngiliz hükümetine|sadece şunu söylemek istiyorum: -Ne yaptığınızın farkındasınız, öyle değil mi? -İnsan Hakları hareketi'ni ortadan kaldırdınız. -Ve IRA'ya kazanabileceği en büyük|zaferi sundunuz. -Bu gece bu şehrin her yanında genç erkekler, çocuklar... IRA'ya katılacaklar. -Ve siz bir kasırga biçeceksiniz. -Teşekkür ederim."

17 Nisan 2009 Cuma

Hayat Var

Reha Erdem bundan 20 sene önce çektiği A Ay filmini göstermek için sekiz sene bekleyip, sonra da Pera’da üstüne para verip birkaç gösterim yaptırabilirken, dün Emek Sinemasında, kendi deyişiyle evi olan sinemasında, festival seyircisinin genel eğiliminin aksine, onu izlemeye gelen insanlarla bütünüyle dolu olan gösterimini neye yormalı bilemiyorum. Ortada büyük bir değişimin olduğunu söylemek zor, filmin gişesine de baktığımız zaman İstanbul Film Festivali fenomeni seçeneğini öne çıkıyor.

Nuri Bilge Ceylan’la aynı sene Reha Erdem de Yeşilçam hikâyelerine dalmış ve kendi diliyle yorumlamış. Ne var Hayat Var’da, yatalak dede unutmadan söyleyeyim, Reha Erdem Tsai Ming Liang’ı çok beğenen birisi, bu filmin senaryosunun da Yalnız Yatmak İstemiyorum(2006) filmiyle aynı dönemde yazıldığını düşünecek olursak analoji kurmakta bir hata görmüyorum-, aileden kopmuş baba, mahalle aşkı, mahallenin orospuları, fordcu bakkal, orta yaşlı ilgili teyze ve de Yeşilçam standartının birkaç sene uzağında kalarak küçültülmüş, A Ay’ın üstünden 20 sene geçmesine rağmen dedesine yemek verirken elini yıkamamakta direten Mouchette habisliği hastalığına tutulmuş Hayat.

Reha Erdem belki de ilk defa Sevmek Zamanını izlediğinde aklına çalınan kayıkları 20 sene sonra hatırlamış ve sürekli efkarlı gözlerle baktığımız alan dışı denizi bu sefer alan içi yapmış, özenle düşünülmüş planları aralara hak geçmeyecek şekilde pay etmiş. Güzel bir imge var burada. Hayat’ın babası kayığıyla yolcu taşıdığı geminin tamamını görmekten aciz, yine filmin finalinde Hayat ve sevgilisi artık birer İstanbullu olarak kendilerinin farkında olmayan deve bira şişelerini atarlarken mağrur ve mutlu, bence çok iyi düşünülmüş bir finaldi bu.

Ses bandının filmdeki yeri çok önemli. Diyalogların minimum olduğu filmlerde ses bantlarının rolü her zaman ön plandadır. Beş Vakit’de ezan sesleri ve klasik müzik diyalektiği oluştururken, bu filmde Hayat’ın ruh halini vermek için sürekli onun mırıldanmalarını, dedesinin soluklarını, kaşıkla vurmasını, sinir bozucu durmadan peydahlanan oyuncak bebek’in seni seviyorumları seyircide bıkkınlık hissi yaratıp, anlatımı güçlendirmiş.

Reha Erdem’e Beş Vakit filminden sonra bu filmde de getirilen en büyük eleştiri bu yaratının dışardan bir gözün ilginç fikirleri olmanın ötesinde bir anlam ifade etmemesi. Evet diyoruz ki, reha erdem ne güzel her film yeni bir konu, yeni bir yer. Peki gerçekten böyle olmalı mı, veya böyle olunca ortaya ne çıkmış? Çocuğunu bıktırana kadar seven, abartının ironi boyutlarını geçtiği sahne bende dışardan küçümseyici bir bakış izlenimi bıraktı sadece. Bana senden üç yaş önce tecavüz etmiştiler diyen teyze fazlasıyla “alınmış” ve “konulmuş” kokuyordu. Bütün filme yerleştirilen Orhan Gencebay ve arabesk imgesi, arabanın içinde öpüşen sevgililer, mahalle&futbol bütünleşmesi fazlasıyla hepimizin kenar mahalle deyince ilk aklımıza gelenler değil mi? Peki bakkalın ona tecavüz etmesi bu bağlamda nereye konulmalı. Evet bir bakkal var ve o kesinlikle sapık olmalı, bu kaçıncı kez kullanıyor türk sinemasında, şimdi reha erdem’in dili farklı diye biz bunu post-modern bir durum olarak görüp bu sığ fikri kabullenmeli miyiz?Sonuç olarak görselliğe dayanan, fazlasıyla yapay bir film Hayat Var. Daha önceki filmlerinde gördüğümüz gibi senaryonun birçok eksiklikleri var, senaryo olaylar yerine figürler, daha doğrusu fotoğraflar üzerine kurulduğu, bir şeyler olsun, sonra Hayat oraya uzansın, orda denize baksın vs yi bağlamaya yaradığı için filmi benimseme imkanımız kalmıyor, gösterim sonrası benim karakterim melankolik miydi yav diye Reha Erdem’ soran sevgili Vali dudaklarda pis bir gülümse bırakıyor, salondan çıkıyordum.

İzlemek iİstediğim Film (Kara Köpekler Havlarken)

Akşam 9.30 seanslarını hiç sevmem, iyice kalabalık olur, bütün günün bıraktığı yorgunluk başımı ağrıtır, gözlerim ağırır, kısacası sevmiyorum bu saatlerde festival karmaşasına girmeyi. bir ilk gösterim, erkan can ın olduğu bir film, hem de yönetmen 26 yaşında, işte o yüzden dün oradaydım... ve ne ilginçtir filme gitmemin belki de en önemli sebebi olan 26 yaşındaki yönetmen imgesinin altı bizzat yönetmen tarafından daha film başlamadan çizildi. biz hepimiz otuzun altındayız dedi gururla, izlemek istediğimiz, yapmak istediğim filmi çektim dedi akabinde. benden birkaç yaş büyük olsa da aynı dönemleri yaşayadığımız için yönetmenin iddiasını, acelesini garipsemedim, ama böyle bir cümle asla kuramam, orası da ayrı.

Sonra film başladı. bir cenaze sahnesininin ardında küçük diyaloglarla mahallenin gençleri ve melek sevgili bize tanıtıldıktan sonra küçük mahallenin dibinde abilerin diktikleri alışveriş merkezine girildi. bilindik chopin melodisi üstüne birkaç alışveriş merkezi planıyla beraber uçurum en baştan gösterildi; mevzu ortaya kondu karakterlerin dertlerini anladık. mahalle hikayelerinde görmeye alışkın olduğumuz ikili imgesi-neden hep böyledir,yani ikisi de ağır abi olsa veya ikisi de maymun olsa hikayenin çekilmez hale mi geleceğini düşünür senaristler hep, ağır abi ve maymun çaça yirmilerin ortasına gelmiş artık kendi işlerine kurmak isteyen, alışveriş merkezinin güvenlik ihalesini alarak hayatlarına "beyaz sayfa" açmak isteyen iki gençtir, ama senin de tahmin edeceğin üzere işler o kadar kolay olmayacaktır onlar için.

Çaçayla ismini unuttuğum ağır abinin günlük rutinlerini anlatarak bir mahalle portresi verilmeye çalışılmış. açıkçası bence gayet güzel oynanmış sahneler, oyunculuk hiç sırıtmıyor. fazlasıyla uzatılmış ve seslerin anlaşılamadığı-tamamını altyazıdan okudum bu bölümün- kahve planından sonra elemanları içeri alıyorlar. nezarethanede beklerken çaça polislere abi azıcık döndürün televizyonu da biz de izleyelim, nerede kaldı ab mevzuatları kabilinden bir şeyler söylüyor ve artık çaça karakteri gözümde netleşiyor. çaça bütün film boyunca ağır abinden rol çalıyor, resepsiyona geliyorlar görevli kıza yazıyor, merdinvenleri çıkıyorlar o önlerinden geçen kıza bakmaktan yürümeyi unutuyor, koşması bile insanları güldürmek için düşünülmüş, bir tek bana kalırsa kafayı herife geçirdikten sonra arkadaşlarıyla konuşurkenki şişinmesi hikaye içinde yararlı oluyor, çaça karakteri karikatürize olarak hikayenin anlatımında sekteye neden oluyor, bütün bunun altında dizi mantığının filme yerleşmiş olması var bence. dizilerde nasıl her şey gözümüze sokulursa burada aynı durum var. bitmiş çay, dolu çaya ayrı bir kesme, seçilen mekanda gökdelenler sürekli nerede olduğumuzu bize hatırlatıyor, hadi bunları geçelim, o masum anaokulu öğretmeni melek kadın simgesi, defarlarca gördüğümüz hikaye, bütün bunlar filmin anlatımını zayıflatıyor.

Film ilerliyor ama çaça durulmuyor. gerilimin en üst noktaya çıkması gereken yerde kapşonlu çaça yine başrolde kartonları tekmeliyor, kapıya asılıyor, anlatımı komediye çeviriyor-bu arada seyircinin bir kısmının çaça ya ısınsa da diğer bir kısmının ondan tiksindiğini belirtmeliyim, bütün salona yayılan kahkalar duymadım-. kısacası film bitiyor, adamları köpekler parçalıyor ama benim aklımda sadece çaça kalıyor ve birçoğu içinde durum aynı.

Kara köpekler havlarken izlerken sıkılmayacağınız, akıcı bir anlatımı olan, oyunculukları başarılı bir film. kenar mahalle merkez diyalektiğinde sınıf atlama mücadelesini anlatmak isterken konuyu sosyolojik farklılıklardan ziyade büyük balık küçük balık hikayesi gözüyle ele alan, çaça nın eline bakan bir film. sonuçta ortaya izlemek istedikleri o farklı film çıkıyor mu, orasından fena halde şüpheliyim ne yazık ki.

15 Nisan 2009 Çarşamba

Ortaya bir karışık (Gölgesizler)

Selim Evci’nin İki Çizgi faciasından sonra bir ay Türk filmine gitmeyip arınma süresi vermiştim kendime, o yüzden ancak festivalde yakalayabildim filmi. Bilmiyorum belki sonda söylenmesi gerekiyor ama benim şimdi söylemeyi tercih ettiğim iki husus var. Birinci bence ve birçokları da böyle düşünüyor bu roman uyarlamak için fazlasıyla zor bir tercihti, Demirkubuz’un Camus denemesi bile bunun yanında hafif kalıyor. İkincisi ve aslında bu film üzerine yapılan bütün tartışmaların tıkandığı nokta, Toptaş bu romanı çekmesi için Hakan Karahan’la Ümit Ünal’a izin vermişse, bize söylenecek söz kalmıyor, sadece ortaya çıkan işi değerlendirebiliriz.

Toptaş’ın Marquezvari büyülü gerçekçi anlatıma sahip romanının uyarlamasının seyircinin algısında dönüp dolaşıp bir kızın kaçırılmasına bağlanmasının birkaç nedeni var. Temel neden senaryonun kitabın belirsiz odağını belirgin yapma çabası, diğer bütün parçaları Gelincik’in kaçırılması olayıyla birleştirme çabası; böyle olunca kitabın sadece bir bölümüne yoğunlaşılmış olunuyor, bu da kitabının anlamından uzaklaşılmasına neden olmuş. Filmin Gelincik’in kaçırılmasına bu kadar bağlanmasının sebebiyse akışa sahip bir hikâye anlatma çabası, filmin sonuna kadar gizemi koruyup kaçıran kim sorusunu sordurtma çabası-izleyenler dikkat etti mi bilmiyorum ama senaryo Gelincik’i kimin kaçırdığını ortasından sonra söylüyor, ama bunun önemi var mı ben bilmiyorum-. Böyle bir senaryoyu 9, Ara gibi filmler çekerek çizgisel anlatımla sorunu olduğunu açıkça ortaya koyan bir adamın yazması gerçekten çok şaşırtıcı, gerçi biz hep yeni dönem çalışmalarını düşünüyoruz ama Berlin in Berlin’i de piç eden Ümit Ünal nihayetinde, izlenmesi için film yapınca köklerine döndü demeliyiz sanırım. Romandan kopukluğun bir nedeni de mizansenin salt gerçekçiliğe dayanan bir hikâyedeymişçesine olması. Bu oyunda kitaptaki diyaloglar kullanıldıkları zaman iş iyice garip bir hal alıyor, diyaloglar komik kaçıyor ve senaryo da belli yerlerde buna çanak tutuyor, verilmek istenen anlamın dışına çıkılıyor. Toparlamak gerekirse de anlamın saptırıldığı, doğaüstü olayların gerçekleştiği izlenimi veren bir film kalıyor geriye.

Hakan Karahan’ın iyi niyetinden şüphe etmiyorum. Türkiye’deki sinema okullarından bir ekip kurma çabası gerçekten hoş ama bu projede gerçekten bir gariplik var. Belki de bütün mevzu onun köklerinin banka genel müdürlüğünde olmasında yatıyor. Bu kadar ana akımdan uzak bir konuyu seçip gişe beklemesini ben anlayamıyorum. Bir de gişe çekmesi için filmin işin içine sevgilisi Candan Erçetin’in bir şarkısı ekleniyor. Yani insanlar Candan Erçetin’i seviyorlar, o yüzden filme mi gidecekler? Bu kadar basitse, niye böyle bir konu seçer ki insan? Kendi yaptığı işi mundar etmek bu bana kalırsa. Sonuçta ne oluyor, film sanatsal ve ticari kaygıların arasında ortada kalıyor ve kimseye yaranamıyor, 35000 gibi bir rakamda kalıyor. Bunun birkaç bini entel seyirci olsa, birkaç bini dizi oyuncularının popülaritesi, eh geriye kalan da Candan Erçetin diyelim, durum budur.

Ümit Ünal’a gelecek olursak. Film başlamadan önce salonu bu kadar doldurmanız beni şaşırttı, vizyondayken neredeydiniz dedi. Gerçekten bu filmin daha fazla izlenmesini bekleyip beklemediğini çok merak ediyorum. Yani ne bekliyordu ki, filmi beş yüz bin kişi izleyecek, Berlin’de yarışma hakkı kazanıp, ödül alacaklar, bunu mu bekliyordu? Birlikte çalışmaya devam edeceklerini duydum, açıkçası bu işbirliğinin iyi sonuçlar vereceğini sanmıyorum, değişik bir şeyler yapmaya çalışan yönetmen sayısı bir elin parmaklarıyla gösterilirken onun farklı alanlara kayması da sinemamız adına üzüntü verici bir durum.

Mommo

Festivallerde bazı filmler vardır, izlersin, izlerken karakterler adına yüzeysel bir üzüntü duyarsın, sonra çıkarsın dışarı ve bir hafta sonra filmin ismi söylendiğinde hatırlamazsın bile.Mommo filmi de herhangi bir ülkeden gelseydi, sanırım bu hikayeye uyacaktı.

Mommo hikâyesinin gücüne güvenen ve üzülerek söylemek zorundayım ki seyirciyi çekecek başka hiçbir özelliği olmayan bir film. Annesini kaybetmiş ve babalarının da yeni evlendiği karısı istemediği için ölmek üzere olan dedeleriyle yaşayan iki çocuğun hikayesi Mommo. Film dedelerinin kendisi öldükten sonra ortada kalmamaları için bir şeyler yapma çabalarıyla ve çocukların iki kişilik bir aile haline gelmelerini, çocukluğunu yaşayamadan büyüyen abiyle, en küçük yaşlarında bile dünyayla tanışmak zorunda kalan kız kardeşinin çocuk umutlarını, hüzünlü neşelerini anlatan küçük, bağıntısız sahnelerle ilerliyor.

Yönetmen halk arasında acıtasyon dediğimiz ölçüden uzak durmak için hikayeyi mümkün olduğunca basit tutmuş. Bütün film boyunca seyircinin tepki vermesi istenilen tek sahne finaldeki küçük kızın arkasından koşma sekansı oğlanın. İşte bu nedenledir ki oyunculuklar törpülenmiş, birçok sahnede çocuklar kendi yaşlarının ötesinde, olgun bir hüzün diyelim birbirlerine bakıyorlar, bu arada sahneler çocuklar sanki gerçekten o iki çocuklarmış gibi abartısız ve uyumlu-çok başarılılar yoksa film çok kötü bir sonuç verebilirdi-. Bu arada yaratılan çocuk karakterlerin olması gerektiği gibi olduklarını da söyleyelim. Türk sinemasında bir çocuk karakter varsa o çocuğun gözleri fırıl fırıl döner, hem piçtir, hem tatlıdır, hem hüzünlüdür, en akıllı lafları en olmadık yerde onlar söylerler.. işte bu çocuk imgesinin çok ötesinde olması gereken iki çocuk var, fazlasıyla hüzünlüler, ve işte bu yüzdendir ki film akmıyor. Dakikalar geçiyor, benzeri sahneler devam ediyor, hikayede ne olacağını ortasından sonra biliyorsunuz, bütün olayı açık ediyor yönetmen; ki zaten bu hikayenin happy endingle sonlanması beklenemez, çekimlerde hikayeye koşut bir şekilde basit ve gün ışığından yararlanılmış, böyle olunca da geriye hiçbir şey kalmıyor, benim gibi duyarsız insanlar boş boş ekrana bakıyor. Bir de filme ismini veren mommo imgesi var, filmin başında çocukların korktuklar farazi bir yaratık olan mommo nun ismini duyuyoruz, bir daha sadece sonlara doğru kıza sürekli korkmamasını telkin eden çocukta mommo dan korkuyor, mommo imgesi bana göre güdük kalmış, yani hikayenin içinde yerini doğru olarak ve simgesel anlamını vererek almış ama seyirci isim mommo olunca daha başka bir payda biçer o isme, bu bağlamda bir çelişki var, benim için önemli değil bu durum belirteyim.


Mommo izlerken birçok insanın sıkılacağı kuru bir film, sinemasal anlatım gücüne sahip değil, bir de filmin yönetmeni kırk küsür yaşında olunca insan daha da hayal kırıklığına uğruyor, çünkü o yaşa kadar biriken entelektüel birikimi bir şekilde görmek istiyor izleyici.

Fotoğraftaki İhtimal (Uzak İhtimal)

Ne yazıyordu İstanbul film festivalinin o birkaç cümlede bize dünyaları açıklayan kitapçığında, müezzinin rahibe kıza âşık olması, hikâye ilerler vs. işte bu özetten kimisi söyleyecek sözleri olan cüretkâr, kimisi konunun ilginçliğine yaslanmış klişe bir hikâye bekliyordu ama salondan çıktığımızda aklımızda çok basit, ama güzel bir izleti kalmıştı. Kahramanımız-aha bu sahiplenmeye de biterim bu arada- İstanbul’a müezzinlik yapmaya gelmiş bir adam.-bu arada hemen dağılmadan ekleyelim yönetmenin kendisi de imam hatip çıkışlı ve orijinal kişilik Ahmet Hakan ın kardeşi- filmin hemen başında yan komşusunu görüyor, ona ilk görüşte aşık oluyor-tamam bu yanlış kelime oldu, ilgisini çekiyor diyelim- ve film ona yaklaşma çabalarını kendisine konu ediyor. Böyle bir konuda ne bekleriz, adam büyük şehre gelmiş, aklı karışık, aslında o kadar da dinine bağlı değil-bu konu filmde açığa çıkmıyor, inancıyla ilgili hikaye bize hiçbir ipucu vermiyor, tepki çekmemesi için düşünülmüş olabilir- şehri tanıması, kendini tanıması ve değişmesi.. filmin böyle bir değişim hikayesi anlatmak gibi bir derdi yok, film en başta birkaç cami sahnesiyle bize karakterin imam olduğunu hatırlatıyor ve sonra imamlık orada kalıyor, bütün film boyunca bir daha dönülmeyen imamlık icrası bir bakıma kız peşinde koşulurken aradan çıkartılması gereken zorunluluk oluyor.

Anlatı başlangıçta seyircinin ne olacağını bir adım önceden görebildiği gag larla ilerliyor, mesela tespih yerine kızın kolyesini eline alması, kapının yüzüne kapanması, akabinde tekrar açılıp istenen şeyin verilmesiyle tekrar kapanması veya işte kızın ona yardım edip hemen içeri kaçması gibi. İlerleyen dakikalarla beraber imamın içimizden biri olduğunu bize sürekli hatırlatan sahneler geliyor. İmam da kızı görmek için bizim gibi komiklikler yapıyor, kızı takip ediyor, hatta ilerleyen sahnelerle beraber şehre alıştıkça bir İstanbul flanörü olup çıkıyor-tamam bu biraz fazla oldu-.

Her ne kadar biraz da seyirciyi neşelendirip hikayeden uzaklaşmamaları için ikisinin arasındaki contrasta dayalı espriler ilk bölümde fazlasıyla kendini tekrar ederek devam etse de aralarındaki uzak ihtimalin temelinin herhangi iki insanın birlikte olmasının önündeki karakter engellerinden hiçbir farkı olmaması bence filmin en önemli gücü. Filmin başındaki contrast ilerleyen dakikalarla beraber gereksiz bir motif oluyor. İmamın sevimli, nümayişsiz ve gayretkar-bir leaud eskizi, aha bu benzetme de süper oldu- karakteriyle yönetmenin bize yüzünü bile göstermekten çekindiği kadın karakterin oyuncularda başarıyla vücut bulması anlatımı güçlendiriyor.

Hikâyenin akışını sağlamak amacıyla eklenen zorlama hırsızlık partını kenara koyarsak hem karakterlerin ruh haletini başarıyla sergileyen hem de seyirciler için anlatımı keyifli bir hale getiren sahneler buralarda pek rastlayamadığımız türden. Sahafçı amcayla imamın kararsızlıklarının yinelendiği sahneler ve fotoğrafa ancak ucundan girebildiği fotoğraf çektirme sekansı çok hoşuma gitti, yönetmen karakter yaratmayı başarabildiği zaman böyle sahnelerin arkasından gelmesine de şaşırmamalı, bu fotoğraf imgesini çok sevdim, bu hikayeyi daha güzel anlatanacak bir imge bulamazdı bence.
Sonuç olarak uzun bir zaman sonra bütünlük göstermeyi başaran planlar, dakika geçirmenin ötesinde karakter yaratmayı başarabilen sahnelerle dolu olan bir film bize izleten uzak ihtimal için karpuz kabuğunda gemiler yapmaktan beri izlediğim en iyi ilk türk filmi dersem yanlış bir şey söylemiş olmam, herkes izlesin, izletsin.

11 Nisan 2009 Cumartesi

Alt-Vizyon (1)

Alt-Vizyon, her hafta alternatif film seçenekleriyle burada olacak nacizane bir köşemizdir. Sinema adına farklı tatlar sunabiliriz umarım. Bu hafta için 1971 tarihli iki yol filmi var alt-vizyonda. Vanishing Point ve Duel.
Vanishin Point, basit bir hikayeyi oldukça başarılı bir şekilde 100 dakikaya yayabilen bir film. Kowalski adındaki, hayatını arabalara adamış bir yol tutkunu olan karakterimiz şerhirler arasında araba teslimatı yapmaktadır. Colorado'dan aldığı 1970 model Dodge Challenger'ı San Francisco'ya götürmek üzere yola çıkar. Şehirden ayrılırken bir arkadaşıyla, aracı 15 saatte San Francisco'ya ulaştıracağına dair bir iddiaya girer. Devamında da bu 15 saat içinde polisle olan mücadelesinden tutun da yolda türlü şeyler başına gelir. Yol boyunca Kowalski'ye Supersoul isminde, kör bir radyo dj'i eşlik eder...
Not: Audioslave bu filmden esinlenerek ve bazı parçaları da kullanarak Show Me How To Live şarkısına bir klip çekmiştir. imdb

İkinci filmimiz Duel, Steven Spielberg'in çok bilinen ilk filmlerinden biridir desek yanlış bir laf etmiş olmayız sanırım. Bir işadamı olan David kırmızı renkli Plymounth arabasıyla yol almaktadır. Henüz yolun başlarında bir tanker şöförü ile arasında ufak bir husumet geçer. Daha sonra bu giderek sertleşir ve bu ikili arasındaki mücadele oldukça gerilimli bir hal almaya başlar. Bu mücadele boyunca, siyah renkli olan tankerin şöförünün yüzünü hiç görmeyiz ve kendisi giderek daha da agresifleşmektedir...imdb

8 Nisan 2009 Çarşamba

Splinter (2008)

İsmini ilk duyduğumda ilk olarak aklıma, ustaların ustası "Usta Splinter" gelmişti haliyle. Hatta bu isimde bir film olduğunu kime söylesem, hepsinden de "Usta Splinter'ın filmini mi yapmışlar?" cevabını aldım. Hayır malesef onun filmini yapmamışlar. Ancak yandaki afişine baktığımızda, yapımcılar Splinter Usta'nın şöhretinden nemalanmak da istemişler gibi geldi bana. Eğer ismi bu olmasa ve afişi de bu anımsamayı yapacak olmasa ilk anda ilgimi çekmeyeceğini rahatlıkla söyleyebilirim. Neyse konumuza dönersek, Splinter memleketimizde "Kıymık" ismiyle gösterime girdi. Splinter'ın kelime anlamına baktığımızda da "kıymık" ve "parçalamak" olarak dilimize karşılık geldiğini görüyoruz.

Splinter, ıssız bir benzin istasyonuyla açılıyor ve devamında, sevgililik yıldönümlerini çayırda bayırda yalnız kutlamak isteyen genç çiftimizle devam ediyor. Gençler çadırlarını kuramamaktan dolayı otele gitmeye karar veriyorlar ve yolda başka, hatta bambaşka bir çiftle karşılaşıyorlar. Aralarında geçen bir kısım husumetler sonunda (o kısımları filmi izlerken görmek daha iyi olur sanırım) filmin başında gördüğümüz benzin istasyonuna gelirler ve her film bahsinde de değindiğimiz gibi olaylar gelişir.

Düşük bütçeli bir film olarak öne çıkan Splinter anlatım olarak da bu tadı verebiliyor. Ancak toplamda 3 mekan ve 6 karakterden oluşan film, klişeleri yerli yerinde ancak çok başarısız bir şekilde kullanıyor. Nereden geldiği belli olmayan virüsümüz, bilinmeyen bir yaratıkımsı, aslında özünde iyi olan kötü adam ve her zaman olduğu gibi karşılaşılan yaratık/zombi/vb ile baş etmenin yollarının filmin sonlarına doğru bulunması. Klişeler, her zaman karşılaşılan ve korku filmi tutkunlarını o kadar da rahatsız etmeyen bir öğe olsa da eğer filmin içine bunu başarılı bir şekilde yerleştirememişseniz ve bir de bunu mantıksızlıklar silsilesiyle de pekiştirmişseniz vay halinize. Filmin kısa sürmesi ve bu para vermemiş olmam filmi daha katlanılabilir kıldı diyebilirim.


Az önce dediğimiz gibi filmin az sayıda karakter ve mekanda geçmesi ve düşük bütçeli bir yapım olması hoş bir hava katmış filme. Ancak devamında bu havayı sadece ambalajdan ibaret kalıyor ve tamamen sıradanlığa bürünüyor. Keşke bunu daha naif bir görsellik ve anlatımla sürdürseydi demedim de değil.

Splinter hususunu burada sonlandırırken filmle ilgili de birkaç bilgi vereyim. Yönetmen kişi Toby Wilkins aslen görsel efekt konusunda uzman. Muhtemelen bu filmi de kendince daha bağımsız bir iş yapmak için çekmiş. Görseller konusunda çok da abartılı bir kalite olduğunu düşünmememle birlikte sesler oldukça etkileyici. Film, Screamfest'de özel efektler de dahil olmak üzere 6 dalda ödül almış. Bu ödülleri almış olması sizi ne kadar etkiledrbilmiyorum ama bana sorarsanız bu 80 dakikalık film kafa boşaltmak ve vakit geçirmek için izlenilebilecek bir filmden ötesi değil.

Son olarak ufak bir uyarı; eğer daha once herhangi bir yeriniz kırıldı yada çıktıysa ve bu tip görüntülerden de rahatsız oluyorsanız bu filmden uzak durmanız sizin için daha iyi olur.

5 Nisan 2009 Pazar

GENÇLİK ATEŞİ!!..(3)

TWILIGHT

Benim vampirlerle tanışmam henüz 9 yaşındayken babacığımın bana hediye ettiği, Angela Sommer Bodenburg ‘un “Küçük Vampir” adlı kitabı sayesinde olmuştur. Kitabı o kadar çok sevmiştim ki hemen bir çırpıda okuyup bitirmiş, akabinde tüm sene boyunca abartısız 9-10 kere daha okumuştum, ki neyi bu kadar tutkuyla okuduğumu merak eden ev halkı da sayemde kitabı merak edip birer kez okumuştu. O zamandan beri, vampir konulu nerdeyse herşey ilgi alanıma girmeye başladı ve tabii ki “Twilight” da listede yerini aldı.

Twilight, Stephenie Meyer’ın aynı adlı romanından uyarlanan ve yönetmenliğini Catherine Hardwicke’nin yaptığı benim gibi vampir sevenlerin göz atmadan geçemeyeceğini düşündüğüm bir film. Filmimizin konusu şöyle: 17 yaşındaki Bella (Kristen Stewart), Phoenix’te, başka bir adamla evlenen annesi ile yaşamaktadır. Fakat gün gelir, kızımız onları yanlız bırakması gerektiğine karar verir ve babasının yanına Washington’un Forks kasabasına taşınır. Yeni okuluna ve yeni insanlara alışmaya çalışırken, okulun kimseye yüz vermeyen yakışıklı, karizmatik, cool, süper bakışlara sahip vampiri ( ve tabii ki bunu kimse bilmiyor..) Edward Cullen’ı (Robert Pattinson) görür ve ona aşık olur. Edward, 1918’den beri vampirlik yapmaktadır ve tabii ki yaşını göstermemektedir. 17 yaşındaki çıtır görüntüsü ve Cullen ailesinin birbirinden güzel diğer üyeleri ile birlikte vampir kimliklerini saklayarak insan kanı içmeden, mimarisi ve dizaynını çok beğendiğim ormanın içindeki malikhanelerinde sakin! bir hayat sürmektedir .

Bu arada, yılların vampiri, gün görmüş Edward’da Bella’dan çok etkilenmektedir. Ancak onlarınki imkansız aşktır ve Edward karşı koymak istese de kendine daha fazla engel olamaz. Bella ise bir süre sonra Edward’ın vampir olduğunu öğrenir. Buna rağmen, çok geçmeden aralarında tutkulu bir ilişki başlar. Ancak, Forks’ta başka vampirler de bulunmaktadır. Oldukça saldırgan ve tehlikeli olan bu ekip Edward ve Bella’nın hayatını zindana çevirecektir.

....................................
Film, kitabın hemen hemen sadık bir uyarlaması olmasına rağmen, 400 sayfalık kitaptan 2 saatlik film yapmaya kalkışılınca haliyle ortaya kuşa dönen bir seyirlik çıkıyor. Öncelikle, kitapta Edward ve Bella arasıdaki aşkın çok yavaş bir şekilde (400 sayfalık kitabın ortasını geçiyorsunuz..)geliştiğine tanık oluyoruz. Tabii ki filmde bunu yakalamak zor, dolayısıyla 3 adımda (1.adım- Okulda ilk gün. Bella’nın Edward’ı farkedişi, 2.adım-Okulda ilk gün. Edward’ın Bella’yı farkedişi, 3.adım- Gecenin bir vakti ıssız bir sokakta dolaşmak zorunda kalan Bella’nın bir grup hain genç tarafından taciz edilirken, Edward’ın hızlıca gelip arabayı Bella’nın yanına park edişi ... ) gelişivermek zorunda kaldığını izliyoruz Daha önce de belirttiğim gibi aslında oldukça sadık bir uyarlama, ama filmdeki hız yüzünden kitabın hayranlarını umduğunu bulamamış olabilir.

Oyunculuklara gelince, Jacop rolündeki Taylor Lautner’ın oyunculuğunun altını çizerek, Edward karakterini canlandıran Robert Pattinson ile bana göre gayet kayda değer, güzel bir oyunculuk sergilemekteler. Daha önce Harry Potter filminde, Cedric Diggory’yi canlandıran Robert Pattinson’ın bu rol için seçildiği açıklandığında hayal kırıklığına uğramış kitabın hayranları. Fakat, filmde ağır çekimde, ilk kez göründüğü giriş sahnesinin hakkını verdiğini söylemek gerek. Etrafındaki bakışların farkında olarak, zarifçe gülümsediği o ilk sahne bu aristokrat tavırlı, cool vampirin izlenmeye değer olduğunu hissettiriyor bize. Ancak, Bella karakterini canlandıran Kristen Stewart için aynı şeyi söylemek pek mümkün değil. İçe kapanık, insanlarla iletişimi zayıf, çekingen ve her an başına iş gelip kurtarılması gereken bir karakteri canlandırıyor diye bu kadar cok başını titretip, dudaklarını kusmak üzereymiş gibi aralık bırakıp, gözünü kırpıştırması gerekir miydi, bilemedim.

Görsellik konusunda ise iki ayrı nokta göze çarpıyor; birincisi makyajlar. Her ne kadar, makyajları için özel hassasiyet gösterilen oyuncuların gün ışığına çıkmaktan kaçındıkları ifade edilse de, teknoloji ve kozmetik bu kadar gelişmişken vampirlerin yüzlerini bembeyaz göstermek için tebeşir tozu kullandıklarına inanamıyorum. Şaka bir yana, artık ne kullanmışlarsa, Edward’ın yüzünü bembeyaz yapıp ensesini unutmak, bazı sahnelerde bu makyaja bile sadık kalamayıp, doğal ten renginde oynatmak da neyin nesi? Allah’tan dayanılmaz cazibeli, yakışıklı vampirimiz bakışlarıyla dikkati dağıtıyor da, makyaja kilitlenip kalmıyoruz. Diğer bir nokta ise; Edward’ın vampir özelliklerinin vurgulandığı atlama, koşma sahnelerinin olduğu görüntülerde gerçekten bir estetik sorununun yaşanması. Oyuncuların suçu olduğunu düşündüğümden değil, görüntü yönetmeninin başarısı! olabilir. Özellikle, Edward’ın Bella’yı sırtına alıp ağaçları, dağları, tepeleri aştığı ve Bella ‘nın hastanede kırık bacakla yattığı sahneler acaba daha farklı bir açıdan çekilebilir miydi? Sanırım bu soruya, daha teknik insanlar cevap verebilir.

Manzaralara gelince, çekimleri öncelikli olarak Portland Oregon’da yapılan filmin güzel müzikleri eşliğinde, mekanlar gerçekten de kendine hayran bırakıyor. Açıkçası ben filmin rengini çok beğendim. Puslu havaları sevdiğimden de olabilir, gri gökyüzü, ağaçlar ve su, tüm film boyunca beni en çok içine çeken görüntülerdi. ..Ve Bella – Edward ikilisi... Aralarında gerçekten hoş bir uyum var. Aşklarını birbirlerine ve seyirciye yansıttıkları sahneler, el ele tutuşup, yanyana oturup konuşmaktan pek öteye geçememesine rağmen, o sıcaklığı hissettirmeyi başarmış kanaatimce.


Filme ilişkin bir kaç dipnottan daha bahsedecek olursak;
  • -Yönetmen Hardwicke, bu filmde filmi gerçek hissettirebilmek için hand-held cinematography tekniğini daha kapsamlı bir şekilde kullanmayı tercih etmiş,
  • - Filmde, kitabın yazarı Meyer’in küçük bir cameo görüntüsüne de yer verilmiş.
  • -Oyuncular ayrıca bir koreograf ile çalışmışlar ve vücut hareketlerinin daha zarif görünebilmesi için farklı kedi türleri üzerinde gözlem yapmışlar,
  • - Gigandet ve Pattinson karakterleri arasında geçen dövüş sahnesinde hikâyedeki vampirlerin insan üstü güçlerinin ve hızlarının yansıtılabilmesi için ise kablo tekniği kullanılmış,


Uğruna fan siteleri açılan, tüm kızların Edward gibi bir adam ya da vampir düşlediği Twilight, "son zamanların en iyi filmi" değil tabii ki, hatta vampir hikayesinden ziyade, basit bir aşk hikayesi gibi de algılanabilir. Ama vampirseverler filmin güzel müzikleri ve güzel manzaraları eşliğinde, eğer sağlam bir vampir filmi, ya da cok iyi kurgulanmış bir aşk hikayesi beklemezlerse hoş vakit geçirebilirler.

Kitabını okumak isteyenler için ise naçizane tavsiyem, çevirisinin kötü olduğu söylentisi sebebiyle, ızdırap çekmemek için, çok da edebi bir dille yazılmayan, diyalogların bol olduğu bu kitabın orjinal dilinde okunabileceğini belirtmek olacaktır.

iyi seyirler..

2 Nisan 2009 Perşembe

GENÇLİK ATEŞİ!!..(2)

Nick and Norah's Infinite Playlist

Nick: Hey Tris, it's Nick. I just wanted to talk to you. You know, I think we both said some things we didn't mean, like when you broke up with me on my B-Day.
Also that mixed Cd that I left on your doorstep was the last one that I ‘ll be making for you....more or less...
Anyway give me a call, I am doing very well.........
............
Call me when you get a chance
All right good-bye .
(click)
Telesekreter: your message has been deleted…
Nick: Fuck!...


Yaklaşık iki buçuk dakika boyunca, daha yeni ayrıldığınız, acısını içinizden atamadığınız, fotoğrafına dolu dolu gözlele baktırıp, düz duvara tırmandıran sevgilinizin cep telefonuna durup dururken “seni özledim temalı” sesli mesaj bırakmaya kalkarsanız işte böyle olur. Kıza gerek kalmaz, cep telefonunun telesekreteri kendiliğinden siler mesajı…”hadi bebişim yorma bizi, ayrıca the person you have called can not be reached, because he/she is kissing one another…” der kısaca.
…………………
“Where’s Fluffy”..New York da… Tüm gençlik bunun peşinden koşuyor. Herkes onları görmek istiyor, ama onlar çok gizemli…cep telefonlarına sürekli mesajlar geliyor, Where’s Fluffy şurda çıkacak, burda çıkacak diye…ama grup ortada yok…en son gelen mesajla “Where’s Fluffy”nin o gece çıkacağına dair müthiş bir haber alınıyor ve ortalık inliyor.

New York’da “Where’s Fluffy” grubunun peşinde geçen bir gece, gençler ve müzik. Sevimli mi sevimli bir film Nick ve Norah’nın Bitmeyen Şarkıları…

Nick (Michael Cera) kız arkadaşı Tris’ten (Alexis Dziena) yeni ayrılmıştır, ve hala onu düşünmektedir, bunalımdadır. Tris ise çoktan başka birini bulmuştur.. Caroline (Ari Gaynor), Norah’ın en yakın arkadaşıdır..Ne zaman gece dışarda zaman geçirelim deseler, Caroline asla ayık kalamaz, Norah da her defasında O’nu toplamak zorunda kalır..Ve Norah (Kat Dennings ) ..Tris ile aynı okuldadır ve yüzünü görmeden Nick’e, Tris için hazırlamış olduğu birbirinden harika karışık cd’leri dinleyerek çoktan aşık olmuştur bile..

Nick Hoboken’li bir lise öğrencisi ve gey bir indie grubunun gey olmayan tek üyesidir…Where’s Fluffy’nin sahne alacağı gece onların da mini bir konserleri vardır. Tris ve yeni sevgilisi de ordadır, Norah ve sarhoş olma yolunda emin adımlarla ilerleyen Caroline de…Derkeen Tris, Norah’a yeni sevgiliyi tanıştırır , üstüne üstlük “sen yine yalnızsın galiba” gibilerden kıza sataşır, Norah ise bardaki çoçuğu işaret ederek erkek arkadaşı olduğunu söyler ve gidip öper. Bardaki şanslı Nick’tir. Tüm macera bundan sonra başlar..Nick’in grup arkadaşları sarhoş kanka Caroline ile ilgilenirken, Nick de Norah da birbiriyle ilgilenmek zorunda kalır.

Biraz karışıklık, arayıp bulamama, üstüne birazcık bela, eski kız arkadaş, biraz müzik ve sevimli gençlik derken ortaya kendini gülümseterek izleten hoş bir seyirlik çıkar. Bir beklenti içine girmeden izlenebilecek, hatta film içindeki hoş detaylarla da, ki bu detaylara daha sonra değineceğiz, sizi sarabilecek bir gençlik filmi Nick ve Norah’nın Bitmeyen Şarkıları…iyi seyirler.

1 Nisan 2009 Çarşamba

"Un Chien Andalou" Gerçeküstücülük ve Gerçeküstücüler

"Un Chien Andalou" iki düşün bir araya gelmesinden oluşmaktadır. Dali’ye yaptığı bir ziyarette, rüyasında; ayı kesen ince uzun bir bulutla [filmde de ince bir bulut ayın tam ortasından geçmektedir], bir gözü kesen ustura gördüğünü anlatır Bunuel. Bunun üzerine Dali’de bir gece rüyasında karıncalarla dolu bir el gördüğünü anlatır ve şöyle der: “Bu düşlerden yola çıkarak bir film yapsak nasıl olur ?” İlk etapta Bunuel bu fikre yanaşmasa da sonrasında işe koyulurlar.

Çok kısa bir sürede yazarlar senaryoyu, neredeyse bir hafta bile sürmez. Senaryoyu oluşturmaya karar verdiklerinde basit diye niteledikleri bir takım kurallar getirirler; psikolojik, kültürel ve de mantıksal hiçbir açıklamaya meydan vermeyecek düşünce ve görüntüleri benimsemek gibi. Usa aykırı her düşünceye açık olmak esas alınırken nedeni hiç araştırmadan sadece ilgilerini uyandıran ve kendilerini şaşırtabilecek görüntüleri benimserler.

Senaryo üzerinde çalıştıkları süreç içerisinde asla anlaşmazlığa düşmediklerini anlatıyor Bunuel. “Bir fikre birimiz karşı çıkarsa doğruluğunu algıladığımıza olan inançtan olsa gerek hemen onu iptal ediyorduk ve bunun aksine de ikimizin hemfikir olduğu yerleri de hemen senaryoya alıp tam bir özdeşme sergiliyorduk” diyerek aktarıyor yazılım dönemini. Tabi ki senaryoyu bitirdikleri vakit fark ettikleri ilk şey bunu kimsenin asla kabul etmeyeceği düşüncesi oluyor. Ve Bunuel bu kesinlik üzerine filmi tamamen kendisi yapmaya karar verip annesinden para istemeye koyuluyor ve nihayetinde de noterin devreye girmesiyle de olsa- film için gereken parayı alıyor. Onbeş günde çekimi bitecek olan bu film için Bunuel, Paris’te Billancourt Stüdyoları ile anlaşıp; kameramanı Duverger ve Batcheff & Simon Mareuil adlı oyuncuları ile filmini kotarır.

“Filmin çekimi esnasında platoda toplasan 6-7 kişi kadardık” diyor yönetmen ve dahası oyuncular dahil kimse ne ya¬pacağını bilmiyordu. Verdiği direktifler gerçektende filmin gideceği yeri gösteren cümlelerden oluşuyor; “Wagner’i dinlediğini düşünerek camdan dışarı bak” gibi. Fakat camdan bakan sadece bakıyor; çünkü nereye ve niye baktığını bilmi¬yor. Çekim notlarına kameramanı ile olan uyumunu da ekliyor Luis Bunuel.

Olayın diğer kahramanı Dali elbet; çekimlerin son dört gününe yetişebilen Dali, Bunuel’in aktarısıyla: “Tüm zama¬nını derisi saman doldurulmuş eşek kafataslarının gözlerine zift doldurarak geçiriyor.” Filmin kurgusunun bitip ne yapılacağı üzerine düşündükleri dönemde -bir yandan da filmi bazı gözlerden kaçırmaya çalışmaktadırlar- Man Ray ile tanışır Bunuel. Ve Ray’in aracılığıyla gerçeküstücülüğün ünlü kalemlerinden biri olacak Aragon ile tanışır. Bu samimiyetin ardından Ray ve Aragon, filmi Ursulines Stüdyoları’nda görürüler. Her ikisi de film için bir ilk gösterim gecesi hazırlamak gerektiği fikrini öne sürerler.

Sadece gerçeküstücü sinema için değil gerçeküstücülüğün tümü için o zamanlar şu yorumu açıklamayı- yapar Luis Bunuel: “Amerika, Almanya, İspanya, Yugoslavya gibi çeşitli yelerde yaşayan ve daha birbirlerinden haberi olmadan aynı akıldışı ve içgüdüsel anlatımı benimsemiş insanların uyduğu bir tür çağrı oldu gerçeküstücülük. Bu sözcüğü daha hiç duymadan, İspanya’da yayımlamış olduğum şiirler, bizleri Paris’e çeken bu çağrının bir belirtisi idi. Aynı şekilde, Dali ile beraber Endülüs Köpeği’nin senaryosu üzerinde çalışırken, kendiliğinden oluşuveren bir yazı türü kullanıyor, farkında olmadan gerçeküstücü anlayışı benimsemiş oluyorduk.”

Bu noktada film bir özellik daha kazanacak ve gerçeküstücüleri Blanche Meydanı’nda Cyrano Café’de bir araya getirecekti. Bu diğer yandan Bunuel’in Ray ve Aragon’u saymaz isek ilk defa akım üyeleriyle tanışması demekti. Bu toplantıda bulunanlar arasında: Max Ernst, Andre Bréton, Paul Eluard, Tristan Tzara, René Char, Pierre Unik, Tanguy, Jean Arp, Maxime Alexandre ve Magritte yer alıyordu.

Filmin ilk gösterimi için ücretli davetiyeler hazırlanır ve Paris’in seçkin isimleri Ursulines Stüdyoları’nda bir araya gelir. İzleyiciler arasında gerçekten de sıkı isimler vardır; Picasso, Le Corbusier, Cocteau, Christian Berard, Georges Auric gibi. Bunu dışında tüm gerçeküstücüler tam kadro oradadırlar. Bunuel filmin sonraki çoğaltımlarında perde ve ekrana da yansıyacak olan şu müthiş cümleyi kura¬caktır: “Başarısızlığa uğramam halinde, izleyicilere fırlatmak için tüm ceplerimi çakıl taşlarıyla doldurmuştum.” Bunu desteklemek içinde şu cümleleri kurar yönetmen: “Dulac’ın Artaud’nun senaryosundan yola çıkarak yaptığı La Coquille et le Clergyman filmi izleyici yuhalamıştı; oysa benim hoşuma gitmişti. Ben kendimi bundan da kötüsüne hazırlamıştım.” Ama çakıl taşlarına gerek olmayacaktı, hem de hiç; salondan gelen tek ses ardı arkası kesilmeyen alkış ve ıslık sesleridir.

Bunun sonrasında yönetmen kesin bir şekilde gurubun içindedir ve Breton’un evinde yapılan toplantılara katılmaktadır. Un Chien Andalou’ya dönelim; film, ilk gösterimi ardından Stüdyo 28 tarafından satın alınır. Bu nokta neredeyse yönetmenin yaşamının sonuna dek sürecek olan tehdit ve hakaretleri de başlatmış olacaktı. Zira ilk göste-rimlerden he¬men sonra -ki film çok uzunafişte kalmış ve iyi hasılat getirmişti- insanlar karakollara başvurup: “Bu vahşet saçan edepsiz filmi yasaklamanız gerekir.” şeklinde rahatsızlıklarını dile getirmişlerdi. Gösterimlerin biri esnasında filmle alakalı mıdır bilinmez ama hamile bir kadın düşük yapar, bu mal¬zeme olarak kullanılmak istense de film yasaklanmaz.

Bu yazı Şenol Erdoğan'ın "Avant-Garde Sinema Üzerine" isimli kitabından alıntıdır.