28.İstanbul Film Festivali etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
28.İstanbul Film Festivali etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

7 Haziran 2012 Perşembe

Yazamıyorum, öyleyse yokum: Reprise (2006)


-Neden bu kadar tutulduk bu filmlere?
-Kimilerinde kendimizi kaybettik. Kimilerinde de kaybettiklerimizi bulduk.


Philip:Yayınlatacak mıyız, yayınlatmayacak mıyız? Yoksa... 
...korkularınla yaşamak mı istiyorsun sadece?
Erik:Tereddüt etmemizin bir nedeni var.
Philip: Anlayamadım.
Erik: Önce sen durdun.Philip: Evet durdum, 
ama tekrar yürüyebilirim.
Erik: Gerçekten dünyayı buna maruz bırakmak istiyor musun?
Philip: Hadi bitirelim şu işi. İşte her şey şu anda başlıyor.


Posten!              



Joachim Trier'in ilk filmi. Bir Fransız filmi izlermiş hissi uyandırıyor izleyicide ilk başlarda. Hatta Fransız yeni dalgasından fazlasıyla etkilendiği aşikar. François Truffaut, Godard falan filan. Nerelerden etkilendiği, izlerken neye benzediği zerre umurumda değil bunun yanında. 


Erik ve Philip edebiyat ve yazarlık idealinde buluşmuş iki sıkı dost.Yazıyorlar, okuyorlar bazen aynı kitabı yazıyorlar aynı yazara kafayı takıyorlar(Sten Egil Dahl - Biraz Salinger'i andırıyor). İkisi de bir an önce kitaplarını yayınlatmak için can atarken sonunda o gün geliyor. Philip'in kitabı kabul görüyor ve basılıyor. Ama bir bakıyoruz ki Philip olmak istediği yerdeymiş gibi görünse de aslında bambaşka bir yerde. Belki de Philip'in yazdığı bu kitap derinlerde bir yerleri tetikliyor. Bir anda 6 ay sonrasına gittiğimizde Philip'i bir akıl hastanesinden taburcu olurken görüyoruz. ...ve hikayemiz başa sararıyor ve başlamadığımız yere geri dönüyoruz. 



Batı Yakasından Şımarık Zengin Çocukları

Philip'in kazağından çıkan bir saç telinden mütevellit birden kaşımızda Kari belirir. Acaba Philip Kari'nin aşkına mı dayanamamıştı yoksa kitabının yayınlanmasına mı? Bence kafayı yiyesi vardı. Hazır bahane de varken bu yolu seçti. Neyse şaka şu yana edebiyatla ilgilenen Philip gibi karışık bir bünyenin de normal davranması beklenemez herhalde. Bu noktadan sonra yazarlık meselesi bir kenarda durur Philip için ve o eski aşkında kalmıştır. Geçmişte yaşadıklarını yeniden yaşamaya çalışsa da bir şekilde tutunamaz. Anılar ve gerçekler arasında kalır. Bur ikilemde kaldıkça da iş daha da içinden çıkılamaz duruma gelir. Ta ki Kari psikoloji okumaya karar verene kadar.


Aşk mı ideal mi? Yoksa ideal aşk mı? Kari ve Philip'i karışımıza alıp bu soruları sormak lazım aslında.


Philip'in kafayı yiyerek şansını denemesi sonrası sıra Erik'e gelir. Başarıya ulaşınca kız arkadaşını terkeden tırt adamlar gibi kitabı basılınca kız arkadaşını terketme yoluna gider. Tabi bu da her şeyi yoluna koymaz. Uzaklara gider ve kendisini oralarda bir yerlerde bulur. Yazar yazar ve yazar.  


Zaman normal seyrinde giderken kendi içinde ileri ver geri sayar bu hayatlar. Şartlar değişir idealler aynıdır belki ama kimisi buna ulaşmıştır kimisi olması gereken idealini bulmuştur. 



Edebiyat, müzik, dostluk, gençlik sanrıları gibi şeyler size yakınsa oturun bir akşam izleyin ve zevk alın. Ama daha somut dertler varken ne işim var benim böyle havadan sudan işlerle diyorsanız boşverin. Size film mi yok.


25 Nisan 2009 Cumartesi

Alt-Vizyon (3) - Cannes Galipleri

Önümüzdeki ay Cannes var, bu haftada program açıklandı, o zaman bizde geçen seneki ödüllü filmlerden öneride bulunalım dedik alt-vizyonda bu hafta.

Ben Hariç Herkes Ölsün, geçtiğimiz günlerde İstanbul Film Festivalinde gösterildi, bizde görme fırsatı bulduk. Film geçtiğimiz sene Cannes'da Altın Kamera Mansiyon Ödülünü kazandı-altın kamerayı geçtiğimiz günlerde vizyona giren açlık kazandı. Altın Kamera Ödülü bir yarışma sonucunda verilen bir ödül değil, Cannes'da gösterimi hakkı kazanan filmler arasından-bu ödülü kazanmak için filmin yönetmenin ilk filmi olması şart ve bu arada filmin yönetmeni de 1982 doğumlu- festival komitesinin seçtiği filmler bu ödülü kazanıyor ve böylece yönetmenler daha ilk filmlerinden dünyanın birçok yerinde gösterim şansı yakalıyor ve olanakları artıyor.

Ben Hariç Herkes Ölsün okulun düzenlediği baloya gitmek isteyen üç gencin iki üç günlük hikayesi. 15, 16 yaşındaki kızlarımız için balo her şeyden önemlidir, hatta sonsuza kadar süreceklerini söyledikleri arkadaşlıkları bile balo istenciyle çiğnenecektir. Film bu yaşların sınırsız coşkusunu, aile baskısını, verilen sözlerin ve arkadaşlıkların uçuculuğunu, karşı cinse olan sonsuz merakı gündelik diyaloglarla anlatmak istemiş. görüntüye güvenen, montajın nimetlerinden yararlanmak istemeyen bir çekim var filmde, hafif kameralarla hareketli çekimler yapılmış, çocukların telaşını yakalamak adına. basit, zorlamayan ve iyi çekilmiş bir film Ben Hariç Herkes Ölsün, es geçilmemesi gerek. imdb

Kornél Mundruczó'nun Delta'sı Cannes'da geçtiğimiz sene yarışma bölümüne seçildi, yönetmen Cannes da yarışan en küçük isimdi-1975 doğumlu- ve film gazeticilerin verdiği fibresci ödülünü kazandı.

Kornél Mundruczó 25 yaşında film çekmeye başlamış birisi ama bugüne kadar ismini duyurduğunu söylemek zor, Delta filmi onun uluslarası ilk çıkış. Delta yıllar önce ayrıldığı baba toprağına dönen Mihail'in burada babasının adına bir ev yapma çabasını konu ediniyor. Mihail geldiğinde yapayalnızdır, evine döndüğünde kardeşiyle tanışır ve ev yapımında kardeşi onun en büyük yardımcısı olur.

Konuyla ilgili bir şey yazmak istemiyorum, çünkü fazlasıyla spoiler olacak. açıkçası bu filmi beğenmedim. mihail karakteri son dönem türk filmlerinde de sık sık gördüğümüz dertli, suskun, atipiye tutulmuş adamlardan. bu film her ne kadar çok farklı bir konu işler gibi gözükse de küçük mahallede ötekine yer yok düşüncesinin bir tezahürü olmanın ötesine geçmiyor. dil olarak beğenilebilir ama bana fazlasıyla tutuk geldi bu film, özellikle finalinin çok aceleye getirilmiş olduğunu düşünüyorum. yine de fibresci almış bir film, geçtiğimiz senelerde İklimler, 4 Ay 3 Hafta 2 Gün gibi filmlerin de bu ödülü aldığını hatırlatalım. imdb

17 Nisan 2009 Cuma

Hayat Var

Reha Erdem bundan 20 sene önce çektiği A Ay filmini göstermek için sekiz sene bekleyip, sonra da Pera’da üstüne para verip birkaç gösterim yaptırabilirken, dün Emek Sinemasında, kendi deyişiyle evi olan sinemasında, festival seyircisinin genel eğiliminin aksine, onu izlemeye gelen insanlarla bütünüyle dolu olan gösterimini neye yormalı bilemiyorum. Ortada büyük bir değişimin olduğunu söylemek zor, filmin gişesine de baktığımız zaman İstanbul Film Festivali fenomeni seçeneğini öne çıkıyor.

Nuri Bilge Ceylan’la aynı sene Reha Erdem de Yeşilçam hikâyelerine dalmış ve kendi diliyle yorumlamış. Ne var Hayat Var’da, yatalak dede unutmadan söyleyeyim, Reha Erdem Tsai Ming Liang’ı çok beğenen birisi, bu filmin senaryosunun da Yalnız Yatmak İstemiyorum(2006) filmiyle aynı dönemde yazıldığını düşünecek olursak analoji kurmakta bir hata görmüyorum-, aileden kopmuş baba, mahalle aşkı, mahallenin orospuları, fordcu bakkal, orta yaşlı ilgili teyze ve de Yeşilçam standartının birkaç sene uzağında kalarak küçültülmüş, A Ay’ın üstünden 20 sene geçmesine rağmen dedesine yemek verirken elini yıkamamakta direten Mouchette habisliği hastalığına tutulmuş Hayat.

Reha Erdem belki de ilk defa Sevmek Zamanını izlediğinde aklına çalınan kayıkları 20 sene sonra hatırlamış ve sürekli efkarlı gözlerle baktığımız alan dışı denizi bu sefer alan içi yapmış, özenle düşünülmüş planları aralara hak geçmeyecek şekilde pay etmiş. Güzel bir imge var burada. Hayat’ın babası kayığıyla yolcu taşıdığı geminin tamamını görmekten aciz, yine filmin finalinde Hayat ve sevgilisi artık birer İstanbullu olarak kendilerinin farkında olmayan deve bira şişelerini atarlarken mağrur ve mutlu, bence çok iyi düşünülmüş bir finaldi bu.

Ses bandının filmdeki yeri çok önemli. Diyalogların minimum olduğu filmlerde ses bantlarının rolü her zaman ön plandadır. Beş Vakit’de ezan sesleri ve klasik müzik diyalektiği oluştururken, bu filmde Hayat’ın ruh halini vermek için sürekli onun mırıldanmalarını, dedesinin soluklarını, kaşıkla vurmasını, sinir bozucu durmadan peydahlanan oyuncak bebek’in seni seviyorumları seyircide bıkkınlık hissi yaratıp, anlatımı güçlendirmiş.

Reha Erdem’e Beş Vakit filminden sonra bu filmde de getirilen en büyük eleştiri bu yaratının dışardan bir gözün ilginç fikirleri olmanın ötesinde bir anlam ifade etmemesi. Evet diyoruz ki, reha erdem ne güzel her film yeni bir konu, yeni bir yer. Peki gerçekten böyle olmalı mı, veya böyle olunca ortaya ne çıkmış? Çocuğunu bıktırana kadar seven, abartının ironi boyutlarını geçtiği sahne bende dışardan küçümseyici bir bakış izlenimi bıraktı sadece. Bana senden üç yaş önce tecavüz etmiştiler diyen teyze fazlasıyla “alınmış” ve “konulmuş” kokuyordu. Bütün filme yerleştirilen Orhan Gencebay ve arabesk imgesi, arabanın içinde öpüşen sevgililer, mahalle&futbol bütünleşmesi fazlasıyla hepimizin kenar mahalle deyince ilk aklımıza gelenler değil mi? Peki bakkalın ona tecavüz etmesi bu bağlamda nereye konulmalı. Evet bir bakkal var ve o kesinlikle sapık olmalı, bu kaçıncı kez kullanıyor türk sinemasında, şimdi reha erdem’in dili farklı diye biz bunu post-modern bir durum olarak görüp bu sığ fikri kabullenmeli miyiz?Sonuç olarak görselliğe dayanan, fazlasıyla yapay bir film Hayat Var. Daha önceki filmlerinde gördüğümüz gibi senaryonun birçok eksiklikleri var, senaryo olaylar yerine figürler, daha doğrusu fotoğraflar üzerine kurulduğu, bir şeyler olsun, sonra Hayat oraya uzansın, orda denize baksın vs yi bağlamaya yaradığı için filmi benimseme imkanımız kalmıyor, gösterim sonrası benim karakterim melankolik miydi yav diye Reha Erdem’ soran sevgili Vali dudaklarda pis bir gülümse bırakıyor, salondan çıkıyordum.

İzlemek iİstediğim Film (Kara Köpekler Havlarken)

Akşam 9.30 seanslarını hiç sevmem, iyice kalabalık olur, bütün günün bıraktığı yorgunluk başımı ağrıtır, gözlerim ağırır, kısacası sevmiyorum bu saatlerde festival karmaşasına girmeyi. bir ilk gösterim, erkan can ın olduğu bir film, hem de yönetmen 26 yaşında, işte o yüzden dün oradaydım... ve ne ilginçtir filme gitmemin belki de en önemli sebebi olan 26 yaşındaki yönetmen imgesinin altı bizzat yönetmen tarafından daha film başlamadan çizildi. biz hepimiz otuzun altındayız dedi gururla, izlemek istediğimiz, yapmak istediğim filmi çektim dedi akabinde. benden birkaç yaş büyük olsa da aynı dönemleri yaşayadığımız için yönetmenin iddiasını, acelesini garipsemedim, ama böyle bir cümle asla kuramam, orası da ayrı.

Sonra film başladı. bir cenaze sahnesininin ardında küçük diyaloglarla mahallenin gençleri ve melek sevgili bize tanıtıldıktan sonra küçük mahallenin dibinde abilerin diktikleri alışveriş merkezine girildi. bilindik chopin melodisi üstüne birkaç alışveriş merkezi planıyla beraber uçurum en baştan gösterildi; mevzu ortaya kondu karakterlerin dertlerini anladık. mahalle hikayelerinde görmeye alışkın olduğumuz ikili imgesi-neden hep böyledir,yani ikisi de ağır abi olsa veya ikisi de maymun olsa hikayenin çekilmez hale mi geleceğini düşünür senaristler hep, ağır abi ve maymun çaça yirmilerin ortasına gelmiş artık kendi işlerine kurmak isteyen, alışveriş merkezinin güvenlik ihalesini alarak hayatlarına "beyaz sayfa" açmak isteyen iki gençtir, ama senin de tahmin edeceğin üzere işler o kadar kolay olmayacaktır onlar için.

Çaçayla ismini unuttuğum ağır abinin günlük rutinlerini anlatarak bir mahalle portresi verilmeye çalışılmış. açıkçası bence gayet güzel oynanmış sahneler, oyunculuk hiç sırıtmıyor. fazlasıyla uzatılmış ve seslerin anlaşılamadığı-tamamını altyazıdan okudum bu bölümün- kahve planından sonra elemanları içeri alıyorlar. nezarethanede beklerken çaça polislere abi azıcık döndürün televizyonu da biz de izleyelim, nerede kaldı ab mevzuatları kabilinden bir şeyler söylüyor ve artık çaça karakteri gözümde netleşiyor. çaça bütün film boyunca ağır abinden rol çalıyor, resepsiyona geliyorlar görevli kıza yazıyor, merdinvenleri çıkıyorlar o önlerinden geçen kıza bakmaktan yürümeyi unutuyor, koşması bile insanları güldürmek için düşünülmüş, bir tek bana kalırsa kafayı herife geçirdikten sonra arkadaşlarıyla konuşurkenki şişinmesi hikaye içinde yararlı oluyor, çaça karakteri karikatürize olarak hikayenin anlatımında sekteye neden oluyor, bütün bunun altında dizi mantığının filme yerleşmiş olması var bence. dizilerde nasıl her şey gözümüze sokulursa burada aynı durum var. bitmiş çay, dolu çaya ayrı bir kesme, seçilen mekanda gökdelenler sürekli nerede olduğumuzu bize hatırlatıyor, hadi bunları geçelim, o masum anaokulu öğretmeni melek kadın simgesi, defarlarca gördüğümüz hikaye, bütün bunlar filmin anlatımını zayıflatıyor.

Film ilerliyor ama çaça durulmuyor. gerilimin en üst noktaya çıkması gereken yerde kapşonlu çaça yine başrolde kartonları tekmeliyor, kapıya asılıyor, anlatımı komediye çeviriyor-bu arada seyircinin bir kısmının çaça ya ısınsa da diğer bir kısmının ondan tiksindiğini belirtmeliyim, bütün salona yayılan kahkalar duymadım-. kısacası film bitiyor, adamları köpekler parçalıyor ama benim aklımda sadece çaça kalıyor ve birçoğu içinde durum aynı.

Kara köpekler havlarken izlerken sıkılmayacağınız, akıcı bir anlatımı olan, oyunculukları başarılı bir film. kenar mahalle merkez diyalektiğinde sınıf atlama mücadelesini anlatmak isterken konuyu sosyolojik farklılıklardan ziyade büyük balık küçük balık hikayesi gözüyle ele alan, çaça nın eline bakan bir film. sonuçta ortaya izlemek istedikleri o farklı film çıkıyor mu, orasından fena halde şüpheliyim ne yazık ki.

15 Nisan 2009 Çarşamba

Ortaya bir karışık (Gölgesizler)

Selim Evci’nin İki Çizgi faciasından sonra bir ay Türk filmine gitmeyip arınma süresi vermiştim kendime, o yüzden ancak festivalde yakalayabildim filmi. Bilmiyorum belki sonda söylenmesi gerekiyor ama benim şimdi söylemeyi tercih ettiğim iki husus var. Birinci bence ve birçokları da böyle düşünüyor bu roman uyarlamak için fazlasıyla zor bir tercihti, Demirkubuz’un Camus denemesi bile bunun yanında hafif kalıyor. İkincisi ve aslında bu film üzerine yapılan bütün tartışmaların tıkandığı nokta, Toptaş bu romanı çekmesi için Hakan Karahan’la Ümit Ünal’a izin vermişse, bize söylenecek söz kalmıyor, sadece ortaya çıkan işi değerlendirebiliriz.

Toptaş’ın Marquezvari büyülü gerçekçi anlatıma sahip romanının uyarlamasının seyircinin algısında dönüp dolaşıp bir kızın kaçırılmasına bağlanmasının birkaç nedeni var. Temel neden senaryonun kitabın belirsiz odağını belirgin yapma çabası, diğer bütün parçaları Gelincik’in kaçırılması olayıyla birleştirme çabası; böyle olunca kitabın sadece bir bölümüne yoğunlaşılmış olunuyor, bu da kitabının anlamından uzaklaşılmasına neden olmuş. Filmin Gelincik’in kaçırılmasına bu kadar bağlanmasının sebebiyse akışa sahip bir hikâye anlatma çabası, filmin sonuna kadar gizemi koruyup kaçıran kim sorusunu sordurtma çabası-izleyenler dikkat etti mi bilmiyorum ama senaryo Gelincik’i kimin kaçırdığını ortasından sonra söylüyor, ama bunun önemi var mı ben bilmiyorum-. Böyle bir senaryoyu 9, Ara gibi filmler çekerek çizgisel anlatımla sorunu olduğunu açıkça ortaya koyan bir adamın yazması gerçekten çok şaşırtıcı, gerçi biz hep yeni dönem çalışmalarını düşünüyoruz ama Berlin in Berlin’i de piç eden Ümit Ünal nihayetinde, izlenmesi için film yapınca köklerine döndü demeliyiz sanırım. Romandan kopukluğun bir nedeni de mizansenin salt gerçekçiliğe dayanan bir hikâyedeymişçesine olması. Bu oyunda kitaptaki diyaloglar kullanıldıkları zaman iş iyice garip bir hal alıyor, diyaloglar komik kaçıyor ve senaryo da belli yerlerde buna çanak tutuyor, verilmek istenen anlamın dışına çıkılıyor. Toparlamak gerekirse de anlamın saptırıldığı, doğaüstü olayların gerçekleştiği izlenimi veren bir film kalıyor geriye.

Hakan Karahan’ın iyi niyetinden şüphe etmiyorum. Türkiye’deki sinema okullarından bir ekip kurma çabası gerçekten hoş ama bu projede gerçekten bir gariplik var. Belki de bütün mevzu onun köklerinin banka genel müdürlüğünde olmasında yatıyor. Bu kadar ana akımdan uzak bir konuyu seçip gişe beklemesini ben anlayamıyorum. Bir de gişe çekmesi için filmin işin içine sevgilisi Candan Erçetin’in bir şarkısı ekleniyor. Yani insanlar Candan Erçetin’i seviyorlar, o yüzden filme mi gidecekler? Bu kadar basitse, niye böyle bir konu seçer ki insan? Kendi yaptığı işi mundar etmek bu bana kalırsa. Sonuçta ne oluyor, film sanatsal ve ticari kaygıların arasında ortada kalıyor ve kimseye yaranamıyor, 35000 gibi bir rakamda kalıyor. Bunun birkaç bini entel seyirci olsa, birkaç bini dizi oyuncularının popülaritesi, eh geriye kalan da Candan Erçetin diyelim, durum budur.

Ümit Ünal’a gelecek olursak. Film başlamadan önce salonu bu kadar doldurmanız beni şaşırttı, vizyondayken neredeydiniz dedi. Gerçekten bu filmin daha fazla izlenmesini bekleyip beklemediğini çok merak ediyorum. Yani ne bekliyordu ki, filmi beş yüz bin kişi izleyecek, Berlin’de yarışma hakkı kazanıp, ödül alacaklar, bunu mu bekliyordu? Birlikte çalışmaya devam edeceklerini duydum, açıkçası bu işbirliğinin iyi sonuçlar vereceğini sanmıyorum, değişik bir şeyler yapmaya çalışan yönetmen sayısı bir elin parmaklarıyla gösterilirken onun farklı alanlara kayması da sinemamız adına üzüntü verici bir durum.

Mommo

Festivallerde bazı filmler vardır, izlersin, izlerken karakterler adına yüzeysel bir üzüntü duyarsın, sonra çıkarsın dışarı ve bir hafta sonra filmin ismi söylendiğinde hatırlamazsın bile.Mommo filmi de herhangi bir ülkeden gelseydi, sanırım bu hikayeye uyacaktı.

Mommo hikâyesinin gücüne güvenen ve üzülerek söylemek zorundayım ki seyirciyi çekecek başka hiçbir özelliği olmayan bir film. Annesini kaybetmiş ve babalarının da yeni evlendiği karısı istemediği için ölmek üzere olan dedeleriyle yaşayan iki çocuğun hikayesi Mommo. Film dedelerinin kendisi öldükten sonra ortada kalmamaları için bir şeyler yapma çabalarıyla ve çocukların iki kişilik bir aile haline gelmelerini, çocukluğunu yaşayamadan büyüyen abiyle, en küçük yaşlarında bile dünyayla tanışmak zorunda kalan kız kardeşinin çocuk umutlarını, hüzünlü neşelerini anlatan küçük, bağıntısız sahnelerle ilerliyor.

Yönetmen halk arasında acıtasyon dediğimiz ölçüden uzak durmak için hikayeyi mümkün olduğunca basit tutmuş. Bütün film boyunca seyircinin tepki vermesi istenilen tek sahne finaldeki küçük kızın arkasından koşma sekansı oğlanın. İşte bu nedenledir ki oyunculuklar törpülenmiş, birçok sahnede çocuklar kendi yaşlarının ötesinde, olgun bir hüzün diyelim birbirlerine bakıyorlar, bu arada sahneler çocuklar sanki gerçekten o iki çocuklarmış gibi abartısız ve uyumlu-çok başarılılar yoksa film çok kötü bir sonuç verebilirdi-. Bu arada yaratılan çocuk karakterlerin olması gerektiği gibi olduklarını da söyleyelim. Türk sinemasında bir çocuk karakter varsa o çocuğun gözleri fırıl fırıl döner, hem piçtir, hem tatlıdır, hem hüzünlüdür, en akıllı lafları en olmadık yerde onlar söylerler.. işte bu çocuk imgesinin çok ötesinde olması gereken iki çocuk var, fazlasıyla hüzünlüler, ve işte bu yüzdendir ki film akmıyor. Dakikalar geçiyor, benzeri sahneler devam ediyor, hikayede ne olacağını ortasından sonra biliyorsunuz, bütün olayı açık ediyor yönetmen; ki zaten bu hikayenin happy endingle sonlanması beklenemez, çekimlerde hikayeye koşut bir şekilde basit ve gün ışığından yararlanılmış, böyle olunca da geriye hiçbir şey kalmıyor, benim gibi duyarsız insanlar boş boş ekrana bakıyor. Bir de filme ismini veren mommo imgesi var, filmin başında çocukların korktuklar farazi bir yaratık olan mommo nun ismini duyuyoruz, bir daha sadece sonlara doğru kıza sürekli korkmamasını telkin eden çocukta mommo dan korkuyor, mommo imgesi bana göre güdük kalmış, yani hikayenin içinde yerini doğru olarak ve simgesel anlamını vererek almış ama seyirci isim mommo olunca daha başka bir payda biçer o isme, bu bağlamda bir çelişki var, benim için önemli değil bu durum belirteyim.


Mommo izlerken birçok insanın sıkılacağı kuru bir film, sinemasal anlatım gücüne sahip değil, bir de filmin yönetmeni kırk küsür yaşında olunca insan daha da hayal kırıklığına uğruyor, çünkü o yaşa kadar biriken entelektüel birikimi bir şekilde görmek istiyor izleyici.

Fotoğraftaki İhtimal (Uzak İhtimal)

Ne yazıyordu İstanbul film festivalinin o birkaç cümlede bize dünyaları açıklayan kitapçığında, müezzinin rahibe kıza âşık olması, hikâye ilerler vs. işte bu özetten kimisi söyleyecek sözleri olan cüretkâr, kimisi konunun ilginçliğine yaslanmış klişe bir hikâye bekliyordu ama salondan çıktığımızda aklımızda çok basit, ama güzel bir izleti kalmıştı. Kahramanımız-aha bu sahiplenmeye de biterim bu arada- İstanbul’a müezzinlik yapmaya gelmiş bir adam.-bu arada hemen dağılmadan ekleyelim yönetmenin kendisi de imam hatip çıkışlı ve orijinal kişilik Ahmet Hakan ın kardeşi- filmin hemen başında yan komşusunu görüyor, ona ilk görüşte aşık oluyor-tamam bu yanlış kelime oldu, ilgisini çekiyor diyelim- ve film ona yaklaşma çabalarını kendisine konu ediyor. Böyle bir konuda ne bekleriz, adam büyük şehre gelmiş, aklı karışık, aslında o kadar da dinine bağlı değil-bu konu filmde açığa çıkmıyor, inancıyla ilgili hikaye bize hiçbir ipucu vermiyor, tepki çekmemesi için düşünülmüş olabilir- şehri tanıması, kendini tanıması ve değişmesi.. filmin böyle bir değişim hikayesi anlatmak gibi bir derdi yok, film en başta birkaç cami sahnesiyle bize karakterin imam olduğunu hatırlatıyor ve sonra imamlık orada kalıyor, bütün film boyunca bir daha dönülmeyen imamlık icrası bir bakıma kız peşinde koşulurken aradan çıkartılması gereken zorunluluk oluyor.

Anlatı başlangıçta seyircinin ne olacağını bir adım önceden görebildiği gag larla ilerliyor, mesela tespih yerine kızın kolyesini eline alması, kapının yüzüne kapanması, akabinde tekrar açılıp istenen şeyin verilmesiyle tekrar kapanması veya işte kızın ona yardım edip hemen içeri kaçması gibi. İlerleyen dakikalarla beraber imamın içimizden biri olduğunu bize sürekli hatırlatan sahneler geliyor. İmam da kızı görmek için bizim gibi komiklikler yapıyor, kızı takip ediyor, hatta ilerleyen sahnelerle beraber şehre alıştıkça bir İstanbul flanörü olup çıkıyor-tamam bu biraz fazla oldu-.

Her ne kadar biraz da seyirciyi neşelendirip hikayeden uzaklaşmamaları için ikisinin arasındaki contrasta dayalı espriler ilk bölümde fazlasıyla kendini tekrar ederek devam etse de aralarındaki uzak ihtimalin temelinin herhangi iki insanın birlikte olmasının önündeki karakter engellerinden hiçbir farkı olmaması bence filmin en önemli gücü. Filmin başındaki contrast ilerleyen dakikalarla beraber gereksiz bir motif oluyor. İmamın sevimli, nümayişsiz ve gayretkar-bir leaud eskizi, aha bu benzetme de süper oldu- karakteriyle yönetmenin bize yüzünü bile göstermekten çekindiği kadın karakterin oyuncularda başarıyla vücut bulması anlatımı güçlendiriyor.

Hikâyenin akışını sağlamak amacıyla eklenen zorlama hırsızlık partını kenara koyarsak hem karakterlerin ruh haletini başarıyla sergileyen hem de seyirciler için anlatımı keyifli bir hale getiren sahneler buralarda pek rastlayamadığımız türden. Sahafçı amcayla imamın kararsızlıklarının yinelendiği sahneler ve fotoğrafa ancak ucundan girebildiği fotoğraf çektirme sekansı çok hoşuma gitti, yönetmen karakter yaratmayı başarabildiği zaman böyle sahnelerin arkasından gelmesine de şaşırmamalı, bu fotoğraf imgesini çok sevdim, bu hikayeyi daha güzel anlatanacak bir imge bulamazdı bence.
Sonuç olarak uzun bir zaman sonra bütünlük göstermeyi başaran planlar, dakika geçirmenin ötesinde karakter yaratmayı başarabilen sahnelerle dolu olan bir film bize izleten uzak ihtimal için karpuz kabuğunda gemiler yapmaktan beri izlediğim en iyi ilk türk filmi dersem yanlış bir şey söylemiş olmam, herkes izlesin, izletsin.