Korku Sineması etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Korku Sineması etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

22 Nisan 2009 Çarşamba

DØD SNØ (Dead Snow)

Yandaki afişde de gördüğümüz üzer, kanlar içinde bir elektrikli testere, bir SS subayının parçalanmış kafası, karlar içerisindeki fonda da zombi cemiyetine yeni katılan nazi zombiler. Gerçi daha önce de görmüş gibiyim bu tip zombileri ama tam olarak anımsayamadım. İşin özü; karşımızda 2009 Sundance Film Festivali'nin de seçkisinde yer almış olan Norveç yapımı bir zombi filmi. Geçmiş senelerde yapılmış olan Fritt Vilt (Cold prey) serisini saymazsak Norveç'den çıkan nadir korku! filmlerinden.

"Dead Snow", çoğu korku filminde de karşılaştığımız gibi, bir grup genç arkadaşın "Bu hafta nerde ölsek ki?" gibisinden bir düşünceyle, Norveç'in karlı dağlarına doğru yaptıkları yolculukla açılıyor. Tıp öğrencisi olan bu genç dimağlar kartopu oynamak, biraz kayak yapmak ve olabildiğince sosisli sandwich yiyebilmek için, bir arkadaşlarının dağ evine doğru gitmektedirler. Norveç'in karlı dağ manzaraları arasından evimize doğru giderken kendi aralarında korku filmi muhabbetleri de çevirmekten geri durmuyorlar. (bu esnada film de yavaş yavaş kendi ciddiyetini ortaya koyuyor ve bizleri nelerin beklediğinin işaretini alttan alttan veriyor.) Gecenin ilerleyen saatlerinde bulundukları muhitin esrarengiz bilen adamı "Çayınız kahveniz yok mudur gençler?" diyerekten arkadaşlarımızın kapısını çalıyor ve ufak da bir hikaye anlatıyor. Zombi nedir?, nazi nedir?, bu zombiler neden gelecektir gibisinden. Sonrası da malumunuz, gençlerin rahat durmaması, sevişmesi, harama el sürmesi ve olayların gelişmesi.

Son yıllarda oldukça revaşda olan korku filmi parodileri arasında benim için en başarılılarından biri diyebilirim Dead Snow için. Böyle bir düşünceye kapılmamdaki en önemli unsur filmin yönetmeni Tommy Wirkola'nın tam bir korku filmi tutkunu olması ve bunu da filmin diyaloglarına olabildiğince yansıtmış olması. Bunun yanında korku filmi klasiklerinden enstanteneleri çok iyi bir şekilde yerleştirerek hoş göndermeler yapması da cabası. (13. cuma, Evil Dead, Braindead t-shirt'ü gibi) Diğer tarafdan yönetmenin korku sineması (kokru parodi) adına yeni birşeyler getirme amacı olmadığını da fazlasıyla hissettirmesi filmi sorgulamadan izlememizi sağlıyor.

Zombi ihtiva eden bir korku parodisi dediğimizde en önemli unsurlardan birisi de tabii ki kesme, biçme, parçalama sahneleri. Bazı makyajlar göze batsa da kovalamaca ve yakalamacaların kareografileri oldukça başarılı kotarılmış. Kan revan unsurlarının da fazlasıyla Braindead'den feyz aldığı gözden kaçmıyor. Önceki Kill Bill parodisi tadında çektiği filminde de olduğu gibi absürd komedi sahneleri konusundaki başarısını bu filmde de gösterirken yeni yapımlarında neler yapacağı konusunda da heyecen yaratıyor.

Genelde Amerikalı kardeşlerimiz tarafından ele alınan zombi mevzusunun diğer milletler tarafından da ele alınmasının zombi dünyası açısından umut verici olduğunu düşünüorum. Özellikler geçenlerde izlediğim ingiliz aksanlı 4-5 bölümlük Dead Set serisinden sonra Norveçli kardeşlerimizin de böyle bir yapım izlemek farklı bir tat bıraktı bende. Bir korku filmi tutkunuysanız eğer; izleyin, eğlenin, tadını çıkarın derim ben bu film için.

8 Nisan 2009 Çarşamba

Splinter (2008)

İsmini ilk duyduğumda ilk olarak aklıma, ustaların ustası "Usta Splinter" gelmişti haliyle. Hatta bu isimde bir film olduğunu kime söylesem, hepsinden de "Usta Splinter'ın filmini mi yapmışlar?" cevabını aldım. Hayır malesef onun filmini yapmamışlar. Ancak yandaki afişine baktığımızda, yapımcılar Splinter Usta'nın şöhretinden nemalanmak da istemişler gibi geldi bana. Eğer ismi bu olmasa ve afişi de bu anımsamayı yapacak olmasa ilk anda ilgimi çekmeyeceğini rahatlıkla söyleyebilirim. Neyse konumuza dönersek, Splinter memleketimizde "Kıymık" ismiyle gösterime girdi. Splinter'ın kelime anlamına baktığımızda da "kıymık" ve "parçalamak" olarak dilimize karşılık geldiğini görüyoruz.

Splinter, ıssız bir benzin istasyonuyla açılıyor ve devamında, sevgililik yıldönümlerini çayırda bayırda yalnız kutlamak isteyen genç çiftimizle devam ediyor. Gençler çadırlarını kuramamaktan dolayı otele gitmeye karar veriyorlar ve yolda başka, hatta bambaşka bir çiftle karşılaşıyorlar. Aralarında geçen bir kısım husumetler sonunda (o kısımları filmi izlerken görmek daha iyi olur sanırım) filmin başında gördüğümüz benzin istasyonuna gelirler ve her film bahsinde de değindiğimiz gibi olaylar gelişir.

Düşük bütçeli bir film olarak öne çıkan Splinter anlatım olarak da bu tadı verebiliyor. Ancak toplamda 3 mekan ve 6 karakterden oluşan film, klişeleri yerli yerinde ancak çok başarısız bir şekilde kullanıyor. Nereden geldiği belli olmayan virüsümüz, bilinmeyen bir yaratıkımsı, aslında özünde iyi olan kötü adam ve her zaman olduğu gibi karşılaşılan yaratık/zombi/vb ile baş etmenin yollarının filmin sonlarına doğru bulunması. Klişeler, her zaman karşılaşılan ve korku filmi tutkunlarını o kadar da rahatsız etmeyen bir öğe olsa da eğer filmin içine bunu başarılı bir şekilde yerleştirememişseniz ve bir de bunu mantıksızlıklar silsilesiyle de pekiştirmişseniz vay halinize. Filmin kısa sürmesi ve bu para vermemiş olmam filmi daha katlanılabilir kıldı diyebilirim.


Az önce dediğimiz gibi filmin az sayıda karakter ve mekanda geçmesi ve düşük bütçeli bir yapım olması hoş bir hava katmış filme. Ancak devamında bu havayı sadece ambalajdan ibaret kalıyor ve tamamen sıradanlığa bürünüyor. Keşke bunu daha naif bir görsellik ve anlatımla sürdürseydi demedim de değil.

Splinter hususunu burada sonlandırırken filmle ilgili de birkaç bilgi vereyim. Yönetmen kişi Toby Wilkins aslen görsel efekt konusunda uzman. Muhtemelen bu filmi de kendince daha bağımsız bir iş yapmak için çekmiş. Görseller konusunda çok da abartılı bir kalite olduğunu düşünmememle birlikte sesler oldukça etkileyici. Film, Screamfest'de özel efektler de dahil olmak üzere 6 dalda ödül almış. Bu ödülleri almış olması sizi ne kadar etkiledrbilmiyorum ama bana sorarsanız bu 80 dakikalık film kafa boşaltmak ve vakit geçirmek için izlenilebilecek bir filmden ötesi değil.

Son olarak ufak bir uyarı; eğer daha once herhangi bir yeriniz kırıldı yada çıktıysa ve bu tip görüntülerden de rahatsız oluyorsanız bu filmden uzak durmanız sizin için daha iyi olur.

4 Mart 2009 Çarşamba

Her Kuşun Eti Yenmez (All the Boys Love Mandy Lane)

Geçtiğimiz ifistanbul'un nöbetçi sinema kuşağının 3 filminden bir tanesiydi bu teen slasher. Son yıllarda yapılmış türe uygun birçok film arasından neden bu film seçildi pek anlayabilmiş değilim.

Filmim adından da anlaşılacağı gibi Mand Lane oldukça alımlı bir genç kızımızdır ve etrafındaki bütün yeniyetmeler de kendisine fena halde hastadır. Hayran kitlesinin bu kadar geniş olmasındaki asıl etken de aynı zamanda kendisinin henüz erkek arkadaşı olmamış bir bakire olması. Hal böyle olunca, libidosu sürekli mevsim normallerinin üzerinde gezen genç dimağların tek derdi, etraflarında bir sürü genç ve güzel kız olmasına rağmen, sadece Mandy Lane olmuş. Bir nevi hedefe kilitlenmişler de diyebiliriz. Sonrasında, gençler kızlı erkekli bir çiftlik partisine kendisini de davet ederler ve olaylar gelişir.

Şehirin dışındaki ıssız bir ev, orman içindeki bir göl, bir yığın genç, alkol, uyuşturu, seks ve gizemli bir adam. Şartar bir teen slasher için oldukça elverişli. Klişeleri bu kadar göze sokması başlarda biraz izleyeni rahatsız etse de türden hoşlananlar için çok da rahatsız edici olduğu söylenemez. Diğer tarafdan filmin bir noktaya kadar sıradan gitmesi sonlara doğru "yeter artık bir şeyler olsun" dedirtmiyor değil izleyiciye.

"Filmi izlemedim ama izlemek istiyorum." diyenler için sakıncalı içerik.
Gençlerin birer birer ölmesi ve onları kimin öldürüyor olduğunu görmemizle beraber birden film cazibesini yitirmeye başlıyor ki "Bu film böyle bitemez" diyebiliyoruz. Sağolsunlar onlar da bunun farkında ki beklenen dönüşü yapıyorlar ve Mandy'nin pek de masul olmadığı ortaya çıkıyor. Bir klasik olarak, sevişenler birer birer elveda diyor bize ve sonunda bakir kızımız hayatta kalıyor. Filmi ortalarında durdursak ve oturup senaryonun devamının ne olabildiği üzerine biraz kafa yorsak, aynen bir problem çözer gibi formülde bilinenler yerlerine koyulduğunda tek bilinmeyen de ortaya çıkıyor.


Texas katliamı'nı(The Texas Chainsaw Massacre 1974) akıllara getirdiğimizde, "Bir evde yaşayan yamyam bir aile ve tuzaklarına düşürdükleri insanlar." Ev halkının bir şekilde yabancıları kuntine getirip sofralarına meze yapması da Mandy Lane'e yapılmaya çalışanla örtüşüyor, filmin sonunda "survivor" olarak kanlar içinde arabayla uzaklaşması gibi. Ancak her filmde de Texsas Katliamı'ndan izler görmek de biraz rahatsız edici olmaya başlamadı desem yalan olur.
"Filmi izlemedim ama izlemek istiyorum." diyenler için sakıncalı içerik.

"Hani benim olacaktın?"

Türden hoşlananların beğenebileceği bir film olmasının yanında içerisinde barındırdığı ufak tefek yaratıcılıklar, senaryodaki ani dönüşler ve başarılı sayılabilecek sonuyla vakit geçirmek için izlenilesi bir film derken filmden çıkardığım kıssadan hisse de "Her Kuşun Eti Yenmez"dir.

3 Şubat 2009 Salı

Bitirmezsen Arkandan Gelir! (Korku Sineması Gibi)

-Abi ne anlıyorsunuz bilmiyorum şu filmleri izlemekten?
+Nasıl yani?
-Korkmuyorum ki ben, hem çok saçma bu filmler.
+Üzüldüm senin adına...

İzliyoruz korkuyoruz, bazen tekrar izlediğimizde, ne olacağını bilmemize rağmen gene aynı tadı alabiliyoruz. Gerçekten korkuyor muyuz? Bence hayır. Bir nevi korku simülasyonu yaşıyoruz beyaz perdenin arkasındaki dünyada olanlarla. Ben korkmuyorum demenize gerek yok yani. Biz de korkmuyoruz zaten. Filmle aramızda o bağı kuruyor ve o anın zevkini çıkarıyoruz. Eğer cidden korksaydık, her korku filminde salonları boşaltırdık ilk sapık katili yada vampiri gördüğümüzde, ilk sinema filminin gösteriminde olduğu gibi. Demek oluyor ki sinemanın başlangıcından beridir var da diyebiliriz bu tür için.

Bu başlangıcı biraz açacak olursak, 28 aralık 1895’de Paris'de bir kahvenin bodrum katı, august ve louis lumiere (nam-ı diğer lumiere kardeşler) buluşları olan sinematografın ilk gösterisi için bu kahveyi kiralıyorlar. O tarihi an gelip çattığında ise koltuklarına rahatça yerleşmiş bu ilk sinema meraklıları, “bir trenin la ciocat garı na girişi” isimli film başlar başlamaz korkudan kaçışmaya başlıyorlar. Tren üstlerine doğru gelmekte ve kaçacak yer yok! Gerçekliğin birebir sinemaya aktarımı sayabileceğimiz bu filmle başlıyor korku sineması uzun serüvenine.

Peki bizi bu kadar etkileyebilen bu filmlerin genel olarak ne yapar? Diğer sinema yapıtlarında olduğu gibi hayatın kendisini temel alarak, bir nevi yaşanılanı anlatırlar. Tabi bunu yaparken her zaman bilindik tehlikeleri olduğu gibi yansıtmak yerine onu yeni tehlikelere dönüştürür, buradan yola çıkarak olması gerekeni değişime uğratır ve onu sıradanlıktan kurtarıp zekice bir yapıya kavuştururlar. Sonuç olarak somut korkuyu oluşturan etkenlerin biçim değiştirmiş türevleri korkuyu ortaya çıkarmak için yeterlidir. Bu filmlerdeki tehlike gerçek yaşamın yansıması olarak bakıldığında rasyonel, ancak verdiği korku hissiyatı irrasyoneldir.

Korku sineması gerilim, dehşet ve daha başka türler gibi, sessiz dönemden kalan klasik yapıtlara da sahip bir türdür. İlk korku sinemasının kaynağı yazınsaldır. bir çok edebi uyarlama üzerinden hareketle eserler beyaz perdede yer almıştır. Bu yıllarda bilim-kurgu sinemasının öncüsü sayılabilecek Georges Melies’in eseri “Faust Aux Enfers” (Faust Cehennemde, 1903 ) başta olmak üzere Mary W. Shelley in “Frankenstein”ı (1910), Robert Louis Stevenson un “Dr. Jekyll and Mr. Hyde”ı (1908,) bunlara en yerinde örnekler. Sessiz korku daha çok yazınsal olduğundan diğer bir değişle uyarlamalar üzerinden yapıldığı için burada sinemanın edebiyata hizmet ettiğini görürüz. Burada amaç seyirciyi korkutmak yada dehşete düşürmek değil, edebi bir eseri hareket eden görüntülerle ve giderek gelişmekte olan tekniklerle izleyiciye aktarmaktır.

Öte yandan sinemaya toplumsal, sosyolojik ve siyasal korkuyu dışavurumcu alman sineması getirir. Sessiz alman sineması, sonrakilere de ilham kaynağı olacak bazı ilk örnekler de verir: Friedrich Wilhelm Murnau, Bram Stoker’ın, “Dracula” romanından esinlenerek, “Nosferatu, bir dehşet senfonisi” ( Nosferatu, Eine Symphonie Des Grauens , 1922) ile bir vampir klasiğine imza atar. Robert Wiene nin yönettiği, Doktor Caligari’nin Muayenehanesi de ( Das Cabinet Des Dr. Caligari , 1919), dışavurumcu alman sinemasının bir başyapıtı olarak, Birinci Dünya Savaşı sonrası Almanyasının toplumsal psikolojisini ve kendi ulusal gerçeklerini etkileyicibir şekilde yansıtmıştır. Bu saydığımız iki başyapıt günümüzde halen birçok film festivalinde özel gösterim olarak orkestralar eşliğinde izleyiciyle buluşmaktadır.

Tekniklerin gelişmesi ve imkanların da artması beraberinde giderek yönetmenlerin de yaratıcılıklarının sınırlarının ortadan kalkmasını sağlar. Birden dört bir yandan yaratıklar, canavarlar ve garip tiplemeler ortaya çıkar. Dracula (yön: Tod Trowning / 1930), Frankenstein (yön: James Whale / 1931), Morg Sokağı’nda Cinayet ( Murders In The Rue Morgue , Robert Florey / 1932), Dr. Jekyll And The Mr. Hyde (yön: Rouben Mamoulian / 1932) , bu alttürün ilk örnekleridir. 60’lı yıllarda Edgar Allen Poe eserlerinin uyarlamaları şeklinde devam eden bir klasiklere dönüş yaşanır. Bu yıllara kadar görülen birçok örnek bilinen temaları tekrar eden, edebi eserlerden çokca destek alan klasik korku sinemasına dahildir diyebiliriz.

Tür, haliyle genel olarak fantastik temellere dayanır, çılgın bilim adamları, büyüler ve doğaüstü olaylardan beslenir. Korku sinemasının gidişatı bu şekilde devam ederken Avrupa ve Amerika sinemasında, korku, kuşku, ürkütücü bir şeyler olacağına dair oluşan beklenti duygusunu ön plana çıkaran Alfred Hitchcock tarzı ortaya çıkar ve bu öğeleri nefes kesecek bir biçimde harmanlayan Hitchcock, başlı başına bir akımın öncüsü halini gelir. Kiracı ( The Lodger , 1926), Rebecca (1940), Ölüm Kararı ( The Rope, 1948), Sapık ( Psycho , 1960), Kuşlar (The Birds , 1963), türü yeni ufuklara taşıyan, Hitchcock kültleri olarak sinema tarihine geçer.

Gerilimle korku arasında gelgitleri uygulamayı tercih eden yönetmen Roman Polanski’de Ira Lewin’in romanından uyarladığı Rosemary’nin Bebeği ( Rosemary’s Baby , 1968) ile şeytan ve çocuk sembolleriyle şok olgusundan ustaca yararlanır. Filmin etkisi öyle büyük olacaktır ki polanski nin 9 aylık hamile eşi Sharon Tate, bebeğiyle birlikte Charles Manson tarafından bıçaklanarak öldürülecektir.

Hitchcock sonrası gerilim sineması giderek klişeleşir. Ara ara zeka ve ustalık anlamında başarılı eserler çıksa da, gerilim giderek kan kaybeder. Ani efektlerin bolca kullanıldığı şok sinemasına yönelim giderek artar. Bu arada William Friedkin’in Şeytan’ı ( The Exorcist , 1974) (Aynı yıl Metin Erksan’da yerli bir versiyonunu çekmiş ve daha orjinali Türkiye’ye gelmeden vizyona sokmuş ancak pek bir başarı elde edememiştir.) o dönem için türünün en önemli örneği olur . İşte tam da bu yıllarda günümüz korku sinemasında da oldukça yer etmiş “teen slasher” türünün tohumları atılır. Tobe Hooper’ın yönettiği, gerçek bir seri katil olayından esinlenen “The Texas Chainsaw Massacre” (Teksas Katliamı, 1974) çekilir. Bu film “teen slasher” filmlerin ilki olarak kabul edilir. Ardından 1977’de Wes Craven’in ikinci filmi olan(İlk filmi kızlarına tecavüze yeltenen sapıklardan öcünü alan aileyi anlattığı “The Last House On The Left(1972)’dir ki, vahşet sahneleri sansürlenmiştir ve halen “sansürsüz” hali bulunmamaktadır.), kırsala yolu düşen bir aileye saldıran yamyamların hikayesini konu aldığı “The Hills have eyes”ı ,1978’de namusunu temizlemek için ablasının peşine düşen ve bu esnada da yoluna çıkanları da es geçmeyen “Michael Myres”ın hikayesini anlatan “John Carpenter” imzalı Hallowen’ı ileriki yıllarda birçok yapıma örnek teşkil edecek klasikler olmuştur.

Ve yıl 1980 olduğunda ise türe uzak bir isim olmasına rağmen, Stanley Kubrick The Shining’le dehşet ve şok sinemasının en tepesinde yerini alır. Kimilerimize ilginç gelebilir ancak, halen en korkunç, en dehşet verici, tüm zamanların en ürkütücü filmleri sıralamalarında birinciliği başka bir filme kaptırmamış, aradan yıllar geçmesine rağmen, The Exorcist(1974) dışında başka bir yapım, the shining in yakınına bile yaklaşamamıştır.

1996 yılında wes craven’in “scream”i “teen slasher” filmlere ve korku sinemasına yeniden can verir ancak diğer tarafdan bir kısır döngünün de başlangıcıdır. “scream”in haklı başarısı sonrası ticari amaca yönelik olarak korku sinemasına bir yönelme olsa da bu yöneliş herhangi bir estetik kaygı gütmediğinden türe katkıdan çok zarar getirmiş ve korku sineması günümüzde bir deneme türü, bir nevi “fastfood” halini almasında en büyük etken olmuştur. Holywood türlü benzer filmler çektikden sonra imdadına uzak doğu yetişmiştir. 1998’de Hideo Nakata’nın, Koji Suzuki’nin romanından uyarlayarak sinemaya aktardığı Ringu’yu keşfeder Gore Verbinski ve 2002’de yeniden çevrimini yapar. Böylece ıslak düz saçlı çekik gözlü kız kabusu sarar heryeri. Bu başlangıç Hollywood yapımı korku sinemasına nefes aldırır ancak bu bir nevi son nefestir. Bundan sonra yapılan, uzak doğu ihracı filmler Ring kadar başarılı olamamış, bunun yanında uzak doğu korku sinemasını daha da gözler önüne getirerek izleyiciyi Hollywood’da yapılan yeniden çevrimler yerine filmlerin orjianllerini izlemeye yöneltmiştir.

Amerikan sinemasının bu konudaki kısırlığını anlamak aslında o kadar da güç değil. Yüz yılı aşkın zamandır devam eden sinema ve korku sinemasına şöyle bir yukardan baktığımzda, Amerika’nın dayanabileceği bir efsaneler silsilesi, bir kültür, bir geçmiş yoktur. Şimdiye kadar yaptıkları yapımlar ya seri katiller, psikolojik gerilimler ya da dahiyene yönetmenler ve senaristlerin elinden çıkmış nadir kült yapımlardır. 2000’lerde yeniden canlanmak için bel bağladığı yeniden çevrimler, diğer ülkelerde ses getiren yapımları yeniden çevirme furyası da, Türk televizyonlarında gördüğümüz, tutan bir dizi ya da yarışmaya benzer yapımların peşi sıra gelmesinden farklı değildir.