TWILIGHT
Benim vampirlerle tanışmam henüz 9 yaşındayken babacığımın bana hediye ettiği, Angela Sommer Bodenburg ‘un “Küçük Vampir” adlı kitabı sayesinde olmuştur. Kitabı o kadar çok sevmiştim ki hemen bir çırpıda okuyup bitirmiş, akabinde tüm sene boyunca abartısız 9-10 kere daha okumuştum, ki neyi bu kadar tutkuyla okuduğumu merak eden ev halkı da sayemde kitabı merak edip birer kez okumuştu. O zamandan beri, vampir konulu nerdeyse herşey ilgi alanıma girmeye başladı ve tabii ki “Twilight” da listede yerini aldı.
Twilight, Stephenie Meyer’ın aynı adlı romanından uyarlanan ve yönetmenliğini Catherine Hardwicke’nin yaptığı benim gibi vampir sevenlerin göz atmadan geçemeyeceğini düşündüğüm bir film. Filmimizin konusu şöyle: 17 yaşındaki Bella (Kristen Stewart), Phoenix’te, başka bir adamla evlenen annesi ile yaşamaktadır. Fakat gün gelir, kızımız onları yanlız bırakması gerektiğine karar verir ve babasının yanına Washington’un Forks kasabasına taşınır. Yeni okuluna ve yeni insanlara alışmaya çalışırken, okulun kimseye yüz vermeyen yakışıklı, karizmatik, cool, süper bakışlara sahip vampiri ( ve tabii ki bunu kimse bilmiyor..) Edward Cullen’ı (Robert Pattinson) görür ve ona aşık olur. Edward, 1918’den beri vampirlik yapmaktadır ve tabii ki yaşını göstermemektedir. 17 yaşındaki çıtır görüntüsü ve Cullen ailesinin birbirinden güzel diğer üyeleri ile birlikte vampir kimliklerini saklayarak insan kanı içmeden, mimarisi ve dizaynını çok beğendiğim ormanın içindeki malikhanelerinde sakin! bir hayat sürmektedir .
Bu arada, yılların vampiri, gün görmüş Edward’da Bella’dan çok etkilenmektedir. Ancak onlarınki imkansız aşktır ve Edward karşı koymak istese de kendine daha fazla engel olamaz. Bella ise bir süre sonra Edward’ın vampir olduğunu öğrenir. Buna rağmen, çok geçmeden aralarında tutkulu bir ilişki başlar. Ancak, Forks’ta başka vampirler de bulunmaktadır. Oldukça saldırgan ve tehlikeli olan bu ekip Edward ve Bella’nın hayatını zindana çevirecektir.
....................................
Film, kitabın hemen hemen sadık bir uyarlaması olmasına rağmen, 400 sayfalık kitaptan 2 saatlik film yapmaya kalkışılınca haliyle ortaya kuşa dönen bir seyirlik çıkıyor. Öncelikle, kitapta Edward ve Bella arasıdaki aşkın çok yavaş bir şekilde (400 sayfalık kitabın ortasını geçiyorsunuz..)geliştiğine tanık oluyoruz. Tabii ki filmde bunu yakalamak zor, dolayısıyla 3 adımda (1.adım- Okulda ilk gün. Bella’nın Edward’ı farkedişi, 2.adım-Okulda ilk gün. Edward’ın Bella’yı farkedişi, 3.adım- Gecenin bir vakti ıssız bir sokakta dolaşmak zorunda kalan Bella’nın bir grup hain genç tarafından taciz edilirken, Edward’ın hızlıca gelip arabayı Bella’nın yanına park edişi ... ) gelişivermek zorunda kaldığını izliyoruz Daha önce de belirttiğim gibi aslında oldukça sadık bir uyarlama, ama filmdeki hız yüzünden kitabın hayranlarını umduğunu bulamamış olabilir.
Oyunculuklara gelince, Jacop rolündeki Taylor Lautner’ın oyunculuğunun altını çizerek, Edward karakterini canlandıran Robert Pattinson ile bana göre gayet kayda değer, güzel bir oyunculuk sergilemekteler. Daha önce Harry Potter filminde, Cedric Diggory’yi canlandıran Robert Pattinson’ın bu rol için seçildiği açıklandığında hayal kırıklığına uğramış kitabın hayranları. Fakat, filmde ağır çekimde, ilk kez göründüğü giriş sahnesinin hakkını verdiğini söylemek gerek. Etrafındaki bakışların farkında olarak, zarifçe gülümsediği o ilk sahne bu aristokrat tavırlı, cool vampirin izlenmeye değer olduğunu hissettiriyor bize. Ancak, Bella karakterini canlandıran Kristen Stewart için aynı şeyi söylemek pek mümkün değil. İçe kapanık, insanlarla iletişimi zayıf, çekingen ve her an başına iş gelip kurtarılması gereken bir karakteri canlandırıyor diye bu kadar cok başını titretip, dudaklarını kusmak üzereymiş gibi aralık bırakıp, gözünü kırpıştırması gerekir miydi, bilemedim.
Görsellik konusunda ise iki ayrı nokta göze çarpıyor; birincisi makyajlar. Her ne kadar, makyajları için özel hassasiyet gösterilen oyuncuların gün ışığına çıkmaktan kaçındıkları ifade edilse de, teknoloji ve kozmetik bu kadar gelişmişken vampirlerin yüzlerini bembeyaz göstermek için tebeşir tozu kullandıklarına inanamıyorum. Şaka bir yana, artık ne kullanmışlarsa, Edward’ın yüzünü bembeyaz yapıp ensesini unutmak, bazı sahnelerde bu makyaja bile sadık kalamayıp, doğal ten renginde oynatmak da neyin nesi? Allah’tan dayanılmaz cazibeli, yakışıklı vampirimiz bakışlarıyla dikkati dağıtıyor da, makyaja kilitlenip kalmıyoruz. Diğer bir nokta ise; Edward’ın vampir özelliklerinin vurgulandığı atlama, koşma sahnelerinin olduğu görüntülerde gerçekten bir estetik sorununun yaşanması. Oyuncuların suçu olduğunu düşündüğümden değil, görüntü yönetmeninin başarısı! olabilir. Özellikle, Edward’ın Bella’yı sırtına alıp ağaçları, dağları, tepeleri aştığı ve Bella ‘nın hastanede kırık bacakla yattığı sahneler acaba daha farklı bir açıdan çekilebilir miydi? Sanırım bu soruya, daha teknik insanlar cevap verebilir.
Manzaralara gelince, çekimleri öncelikli olarak Portland Oregon’da yapılan filmin güzel müzikleri eşliğinde, mekanlar gerçekten de kendine hayran bırakıyor. Açıkçası ben filmin rengini çok beğendim. Puslu havaları sevdiğimden de olabilir, gri gökyüzü, ağaçlar ve su, tüm film boyunca beni en çok içine çeken görüntülerdi. ..Ve Bella – Edward ikilisi... Aralarında gerçekten hoş bir uyum var. Aşklarını birbirlerine ve seyirciye yansıttıkları sahneler, el ele tutuşup, yanyana oturup konuşmaktan pek öteye geçememesine rağmen, o sıcaklığı hissettirmeyi başarmış kanaatimce.
Filme ilişkin bir kaç dipnottan daha bahsedecek olursak;
Benim vampirlerle tanışmam henüz 9 yaşındayken babacığımın bana hediye ettiği, Angela Sommer Bodenburg ‘un “Küçük Vampir” adlı kitabı sayesinde olmuştur. Kitabı o kadar çok sevmiştim ki hemen bir çırpıda okuyup bitirmiş, akabinde tüm sene boyunca abartısız 9-10 kere daha okumuştum, ki neyi bu kadar tutkuyla okuduğumu merak eden ev halkı da sayemde kitabı merak edip birer kez okumuştu. O zamandan beri, vampir konulu nerdeyse herşey ilgi alanıma girmeye başladı ve tabii ki “Twilight” da listede yerini aldı.
Twilight, Stephenie Meyer’ın aynı adlı romanından uyarlanan ve yönetmenliğini Catherine Hardwicke’nin yaptığı benim gibi vampir sevenlerin göz atmadan geçemeyeceğini düşündüğüm bir film. Filmimizin konusu şöyle: 17 yaşındaki Bella (Kristen Stewart), Phoenix’te, başka bir adamla evlenen annesi ile yaşamaktadır. Fakat gün gelir, kızımız onları yanlız bırakması gerektiğine karar verir ve babasının yanına Washington’un Forks kasabasına taşınır. Yeni okuluna ve yeni insanlara alışmaya çalışırken, okulun kimseye yüz vermeyen yakışıklı, karizmatik, cool, süper bakışlara sahip vampiri ( ve tabii ki bunu kimse bilmiyor..) Edward Cullen’ı (Robert Pattinson) görür ve ona aşık olur. Edward, 1918’den beri vampirlik yapmaktadır ve tabii ki yaşını göstermemektedir. 17 yaşındaki çıtır görüntüsü ve Cullen ailesinin birbirinden güzel diğer üyeleri ile birlikte vampir kimliklerini saklayarak insan kanı içmeden, mimarisi ve dizaynını çok beğendiğim ormanın içindeki malikhanelerinde sakin! bir hayat sürmektedir .
Bu arada, yılların vampiri, gün görmüş Edward’da Bella’dan çok etkilenmektedir. Ancak onlarınki imkansız aşktır ve Edward karşı koymak istese de kendine daha fazla engel olamaz. Bella ise bir süre sonra Edward’ın vampir olduğunu öğrenir. Buna rağmen, çok geçmeden aralarında tutkulu bir ilişki başlar. Ancak, Forks’ta başka vampirler de bulunmaktadır. Oldukça saldırgan ve tehlikeli olan bu ekip Edward ve Bella’nın hayatını zindana çevirecektir.
....................................
Film, kitabın hemen hemen sadık bir uyarlaması olmasına rağmen, 400 sayfalık kitaptan 2 saatlik film yapmaya kalkışılınca haliyle ortaya kuşa dönen bir seyirlik çıkıyor. Öncelikle, kitapta Edward ve Bella arasıdaki aşkın çok yavaş bir şekilde (400 sayfalık kitabın ortasını geçiyorsunuz..)geliştiğine tanık oluyoruz. Tabii ki filmde bunu yakalamak zor, dolayısıyla 3 adımda (1.adım- Okulda ilk gün. Bella’nın Edward’ı farkedişi, 2.adım-Okulda ilk gün. Edward’ın Bella’yı farkedişi, 3.adım- Gecenin bir vakti ıssız bir sokakta dolaşmak zorunda kalan Bella’nın bir grup hain genç tarafından taciz edilirken, Edward’ın hızlıca gelip arabayı Bella’nın yanına park edişi ... ) gelişivermek zorunda kaldığını izliyoruz Daha önce de belirttiğim gibi aslında oldukça sadık bir uyarlama, ama filmdeki hız yüzünden kitabın hayranlarını umduğunu bulamamış olabilir.
Oyunculuklara gelince, Jacop rolündeki Taylor Lautner’ın oyunculuğunun altını çizerek, Edward karakterini canlandıran Robert Pattinson ile bana göre gayet kayda değer, güzel bir oyunculuk sergilemekteler. Daha önce Harry Potter filminde, Cedric Diggory’yi canlandıran Robert Pattinson’ın bu rol için seçildiği açıklandığında hayal kırıklığına uğramış kitabın hayranları. Fakat, filmde ağır çekimde, ilk kez göründüğü giriş sahnesinin hakkını verdiğini söylemek gerek. Etrafındaki bakışların farkında olarak, zarifçe gülümsediği o ilk sahne bu aristokrat tavırlı, cool vampirin izlenmeye değer olduğunu hissettiriyor bize. Ancak, Bella karakterini canlandıran Kristen Stewart için aynı şeyi söylemek pek mümkün değil. İçe kapanık, insanlarla iletişimi zayıf, çekingen ve her an başına iş gelip kurtarılması gereken bir karakteri canlandırıyor diye bu kadar cok başını titretip, dudaklarını kusmak üzereymiş gibi aralık bırakıp, gözünü kırpıştırması gerekir miydi, bilemedim.
Görsellik konusunda ise iki ayrı nokta göze çarpıyor; birincisi makyajlar. Her ne kadar, makyajları için özel hassasiyet gösterilen oyuncuların gün ışığına çıkmaktan kaçındıkları ifade edilse de, teknoloji ve kozmetik bu kadar gelişmişken vampirlerin yüzlerini bembeyaz göstermek için tebeşir tozu kullandıklarına inanamıyorum. Şaka bir yana, artık ne kullanmışlarsa, Edward’ın yüzünü bembeyaz yapıp ensesini unutmak, bazı sahnelerde bu makyaja bile sadık kalamayıp, doğal ten renginde oynatmak da neyin nesi? Allah’tan dayanılmaz cazibeli, yakışıklı vampirimiz bakışlarıyla dikkati dağıtıyor da, makyaja kilitlenip kalmıyoruz. Diğer bir nokta ise; Edward’ın vampir özelliklerinin vurgulandığı atlama, koşma sahnelerinin olduğu görüntülerde gerçekten bir estetik sorununun yaşanması. Oyuncuların suçu olduğunu düşündüğümden değil, görüntü yönetmeninin başarısı! olabilir. Özellikle, Edward’ın Bella’yı sırtına alıp ağaçları, dağları, tepeleri aştığı ve Bella ‘nın hastanede kırık bacakla yattığı sahneler acaba daha farklı bir açıdan çekilebilir miydi? Sanırım bu soruya, daha teknik insanlar cevap verebilir.
Manzaralara gelince, çekimleri öncelikli olarak Portland Oregon’da yapılan filmin güzel müzikleri eşliğinde, mekanlar gerçekten de kendine hayran bırakıyor. Açıkçası ben filmin rengini çok beğendim. Puslu havaları sevdiğimden de olabilir, gri gökyüzü, ağaçlar ve su, tüm film boyunca beni en çok içine çeken görüntülerdi. ..Ve Bella – Edward ikilisi... Aralarında gerçekten hoş bir uyum var. Aşklarını birbirlerine ve seyirciye yansıttıkları sahneler, el ele tutuşup, yanyana oturup konuşmaktan pek öteye geçememesine rağmen, o sıcaklığı hissettirmeyi başarmış kanaatimce.
Filme ilişkin bir kaç dipnottan daha bahsedecek olursak;
- -Yönetmen Hardwicke, bu filmde filmi gerçek hissettirebilmek için hand-held cinematography tekniğini daha kapsamlı bir şekilde kullanmayı tercih etmiş,
- - Filmde, kitabın yazarı Meyer’in küçük bir cameo görüntüsüne de yer verilmiş.
- -Oyuncular ayrıca bir koreograf ile çalışmışlar ve vücut hareketlerinin daha zarif görünebilmesi için farklı kedi türleri üzerinde gözlem yapmışlar,
- - Gigandet ve Pattinson karakterleri arasında geçen dövüş sahnesinde hikâyedeki vampirlerin insan üstü güçlerinin ve hızlarının yansıtılabilmesi için ise kablo tekniği kullanılmış,
Uğruna fan siteleri açılan, tüm kızların Edward gibi bir adam ya da vampir düşlediği Twilight, "son zamanların en iyi filmi" değil tabii ki, hatta vampir hikayesinden ziyade, basit bir aşk hikayesi gibi de algılanabilir. Ama vampirseverler filmin güzel müzikleri ve güzel manzaraları eşliğinde, eğer sağlam bir vampir filmi, ya da cok iyi kurgulanmış bir aşk hikayesi beklemezlerse hoş vakit geçirebilirler.
Kitabını okumak isteyenler için ise naçizane tavsiyem, çevirisinin kötü olduğu söylentisi sebebiyle, ızdırap çekmemek için, çok da edebi bir dille yazılmayan, diyalogların bol olduğu bu kitabın orjinal dilinde okunabileceğini belirtmek olacaktır.
iyi seyirler..