eleştiri etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
eleştiri etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

22 Nisan 2009 Çarşamba

DØD SNØ (Dead Snow)

Yandaki afişde de gördüğümüz üzer, kanlar içinde bir elektrikli testere, bir SS subayının parçalanmış kafası, karlar içerisindeki fonda da zombi cemiyetine yeni katılan nazi zombiler. Gerçi daha önce de görmüş gibiyim bu tip zombileri ama tam olarak anımsayamadım. İşin özü; karşımızda 2009 Sundance Film Festivali'nin de seçkisinde yer almış olan Norveç yapımı bir zombi filmi. Geçmiş senelerde yapılmış olan Fritt Vilt (Cold prey) serisini saymazsak Norveç'den çıkan nadir korku! filmlerinden.

"Dead Snow", çoğu korku filminde de karşılaştığımız gibi, bir grup genç arkadaşın "Bu hafta nerde ölsek ki?" gibisinden bir düşünceyle, Norveç'in karlı dağlarına doğru yaptıkları yolculukla açılıyor. Tıp öğrencisi olan bu genç dimağlar kartopu oynamak, biraz kayak yapmak ve olabildiğince sosisli sandwich yiyebilmek için, bir arkadaşlarının dağ evine doğru gitmektedirler. Norveç'in karlı dağ manzaraları arasından evimize doğru giderken kendi aralarında korku filmi muhabbetleri de çevirmekten geri durmuyorlar. (bu esnada film de yavaş yavaş kendi ciddiyetini ortaya koyuyor ve bizleri nelerin beklediğinin işaretini alttan alttan veriyor.) Gecenin ilerleyen saatlerinde bulundukları muhitin esrarengiz bilen adamı "Çayınız kahveniz yok mudur gençler?" diyerekten arkadaşlarımızın kapısını çalıyor ve ufak da bir hikaye anlatıyor. Zombi nedir?, nazi nedir?, bu zombiler neden gelecektir gibisinden. Sonrası da malumunuz, gençlerin rahat durmaması, sevişmesi, harama el sürmesi ve olayların gelişmesi.

Son yıllarda oldukça revaşda olan korku filmi parodileri arasında benim için en başarılılarından biri diyebilirim Dead Snow için. Böyle bir düşünceye kapılmamdaki en önemli unsur filmin yönetmeni Tommy Wirkola'nın tam bir korku filmi tutkunu olması ve bunu da filmin diyaloglarına olabildiğince yansıtmış olması. Bunun yanında korku filmi klasiklerinden enstanteneleri çok iyi bir şekilde yerleştirerek hoş göndermeler yapması da cabası. (13. cuma, Evil Dead, Braindead t-shirt'ü gibi) Diğer tarafdan yönetmenin korku sineması (kokru parodi) adına yeni birşeyler getirme amacı olmadığını da fazlasıyla hissettirmesi filmi sorgulamadan izlememizi sağlıyor.

Zombi ihtiva eden bir korku parodisi dediğimizde en önemli unsurlardan birisi de tabii ki kesme, biçme, parçalama sahneleri. Bazı makyajlar göze batsa da kovalamaca ve yakalamacaların kareografileri oldukça başarılı kotarılmış. Kan revan unsurlarının da fazlasıyla Braindead'den feyz aldığı gözden kaçmıyor. Önceki Kill Bill parodisi tadında çektiği filminde de olduğu gibi absürd komedi sahneleri konusundaki başarısını bu filmde de gösterirken yeni yapımlarında neler yapacağı konusunda da heyecen yaratıyor.

Genelde Amerikalı kardeşlerimiz tarafından ele alınan zombi mevzusunun diğer milletler tarafından da ele alınmasının zombi dünyası açısından umut verici olduğunu düşünüorum. Özellikler geçenlerde izlediğim ingiliz aksanlı 4-5 bölümlük Dead Set serisinden sonra Norveçli kardeşlerimizin de böyle bir yapım izlemek farklı bir tat bıraktı bende. Bir korku filmi tutkunuysanız eğer; izleyin, eğlenin, tadını çıkarın derim ben bu film için.

17 Nisan 2009 Cuma

Hayat Var

Reha Erdem bundan 20 sene önce çektiği A Ay filmini göstermek için sekiz sene bekleyip, sonra da Pera’da üstüne para verip birkaç gösterim yaptırabilirken, dün Emek Sinemasında, kendi deyişiyle evi olan sinemasında, festival seyircisinin genel eğiliminin aksine, onu izlemeye gelen insanlarla bütünüyle dolu olan gösterimini neye yormalı bilemiyorum. Ortada büyük bir değişimin olduğunu söylemek zor, filmin gişesine de baktığımız zaman İstanbul Film Festivali fenomeni seçeneğini öne çıkıyor.

Nuri Bilge Ceylan’la aynı sene Reha Erdem de Yeşilçam hikâyelerine dalmış ve kendi diliyle yorumlamış. Ne var Hayat Var’da, yatalak dede unutmadan söyleyeyim, Reha Erdem Tsai Ming Liang’ı çok beğenen birisi, bu filmin senaryosunun da Yalnız Yatmak İstemiyorum(2006) filmiyle aynı dönemde yazıldığını düşünecek olursak analoji kurmakta bir hata görmüyorum-, aileden kopmuş baba, mahalle aşkı, mahallenin orospuları, fordcu bakkal, orta yaşlı ilgili teyze ve de Yeşilçam standartının birkaç sene uzağında kalarak küçültülmüş, A Ay’ın üstünden 20 sene geçmesine rağmen dedesine yemek verirken elini yıkamamakta direten Mouchette habisliği hastalığına tutulmuş Hayat.

Reha Erdem belki de ilk defa Sevmek Zamanını izlediğinde aklına çalınan kayıkları 20 sene sonra hatırlamış ve sürekli efkarlı gözlerle baktığımız alan dışı denizi bu sefer alan içi yapmış, özenle düşünülmüş planları aralara hak geçmeyecek şekilde pay etmiş. Güzel bir imge var burada. Hayat’ın babası kayığıyla yolcu taşıdığı geminin tamamını görmekten aciz, yine filmin finalinde Hayat ve sevgilisi artık birer İstanbullu olarak kendilerinin farkında olmayan deve bira şişelerini atarlarken mağrur ve mutlu, bence çok iyi düşünülmüş bir finaldi bu.

Ses bandının filmdeki yeri çok önemli. Diyalogların minimum olduğu filmlerde ses bantlarının rolü her zaman ön plandadır. Beş Vakit’de ezan sesleri ve klasik müzik diyalektiği oluştururken, bu filmde Hayat’ın ruh halini vermek için sürekli onun mırıldanmalarını, dedesinin soluklarını, kaşıkla vurmasını, sinir bozucu durmadan peydahlanan oyuncak bebek’in seni seviyorumları seyircide bıkkınlık hissi yaratıp, anlatımı güçlendirmiş.

Reha Erdem’e Beş Vakit filminden sonra bu filmde de getirilen en büyük eleştiri bu yaratının dışardan bir gözün ilginç fikirleri olmanın ötesinde bir anlam ifade etmemesi. Evet diyoruz ki, reha erdem ne güzel her film yeni bir konu, yeni bir yer. Peki gerçekten böyle olmalı mı, veya böyle olunca ortaya ne çıkmış? Çocuğunu bıktırana kadar seven, abartının ironi boyutlarını geçtiği sahne bende dışardan küçümseyici bir bakış izlenimi bıraktı sadece. Bana senden üç yaş önce tecavüz etmiştiler diyen teyze fazlasıyla “alınmış” ve “konulmuş” kokuyordu. Bütün filme yerleştirilen Orhan Gencebay ve arabesk imgesi, arabanın içinde öpüşen sevgililer, mahalle&futbol bütünleşmesi fazlasıyla hepimizin kenar mahalle deyince ilk aklımıza gelenler değil mi? Peki bakkalın ona tecavüz etmesi bu bağlamda nereye konulmalı. Evet bir bakkal var ve o kesinlikle sapık olmalı, bu kaçıncı kez kullanıyor türk sinemasında, şimdi reha erdem’in dili farklı diye biz bunu post-modern bir durum olarak görüp bu sığ fikri kabullenmeli miyiz?Sonuç olarak görselliğe dayanan, fazlasıyla yapay bir film Hayat Var. Daha önceki filmlerinde gördüğümüz gibi senaryonun birçok eksiklikleri var, senaryo olaylar yerine figürler, daha doğrusu fotoğraflar üzerine kurulduğu, bir şeyler olsun, sonra Hayat oraya uzansın, orda denize baksın vs yi bağlamaya yaradığı için filmi benimseme imkanımız kalmıyor, gösterim sonrası benim karakterim melankolik miydi yav diye Reha Erdem’ soran sevgili Vali dudaklarda pis bir gülümse bırakıyor, salondan çıkıyordum.

İzlemek iİstediğim Film (Kara Köpekler Havlarken)

Akşam 9.30 seanslarını hiç sevmem, iyice kalabalık olur, bütün günün bıraktığı yorgunluk başımı ağrıtır, gözlerim ağırır, kısacası sevmiyorum bu saatlerde festival karmaşasına girmeyi. bir ilk gösterim, erkan can ın olduğu bir film, hem de yönetmen 26 yaşında, işte o yüzden dün oradaydım... ve ne ilginçtir filme gitmemin belki de en önemli sebebi olan 26 yaşındaki yönetmen imgesinin altı bizzat yönetmen tarafından daha film başlamadan çizildi. biz hepimiz otuzun altındayız dedi gururla, izlemek istediğimiz, yapmak istediğim filmi çektim dedi akabinde. benden birkaç yaş büyük olsa da aynı dönemleri yaşayadığımız için yönetmenin iddiasını, acelesini garipsemedim, ama böyle bir cümle asla kuramam, orası da ayrı.

Sonra film başladı. bir cenaze sahnesininin ardında küçük diyaloglarla mahallenin gençleri ve melek sevgili bize tanıtıldıktan sonra küçük mahallenin dibinde abilerin diktikleri alışveriş merkezine girildi. bilindik chopin melodisi üstüne birkaç alışveriş merkezi planıyla beraber uçurum en baştan gösterildi; mevzu ortaya kondu karakterlerin dertlerini anladık. mahalle hikayelerinde görmeye alışkın olduğumuz ikili imgesi-neden hep böyledir,yani ikisi de ağır abi olsa veya ikisi de maymun olsa hikayenin çekilmez hale mi geleceğini düşünür senaristler hep, ağır abi ve maymun çaça yirmilerin ortasına gelmiş artık kendi işlerine kurmak isteyen, alışveriş merkezinin güvenlik ihalesini alarak hayatlarına "beyaz sayfa" açmak isteyen iki gençtir, ama senin de tahmin edeceğin üzere işler o kadar kolay olmayacaktır onlar için.

Çaçayla ismini unuttuğum ağır abinin günlük rutinlerini anlatarak bir mahalle portresi verilmeye çalışılmış. açıkçası bence gayet güzel oynanmış sahneler, oyunculuk hiç sırıtmıyor. fazlasıyla uzatılmış ve seslerin anlaşılamadığı-tamamını altyazıdan okudum bu bölümün- kahve planından sonra elemanları içeri alıyorlar. nezarethanede beklerken çaça polislere abi azıcık döndürün televizyonu da biz de izleyelim, nerede kaldı ab mevzuatları kabilinden bir şeyler söylüyor ve artık çaça karakteri gözümde netleşiyor. çaça bütün film boyunca ağır abinden rol çalıyor, resepsiyona geliyorlar görevli kıza yazıyor, merdinvenleri çıkıyorlar o önlerinden geçen kıza bakmaktan yürümeyi unutuyor, koşması bile insanları güldürmek için düşünülmüş, bir tek bana kalırsa kafayı herife geçirdikten sonra arkadaşlarıyla konuşurkenki şişinmesi hikaye içinde yararlı oluyor, çaça karakteri karikatürize olarak hikayenin anlatımında sekteye neden oluyor, bütün bunun altında dizi mantığının filme yerleşmiş olması var bence. dizilerde nasıl her şey gözümüze sokulursa burada aynı durum var. bitmiş çay, dolu çaya ayrı bir kesme, seçilen mekanda gökdelenler sürekli nerede olduğumuzu bize hatırlatıyor, hadi bunları geçelim, o masum anaokulu öğretmeni melek kadın simgesi, defarlarca gördüğümüz hikaye, bütün bunlar filmin anlatımını zayıflatıyor.

Film ilerliyor ama çaça durulmuyor. gerilimin en üst noktaya çıkması gereken yerde kapşonlu çaça yine başrolde kartonları tekmeliyor, kapıya asılıyor, anlatımı komediye çeviriyor-bu arada seyircinin bir kısmının çaça ya ısınsa da diğer bir kısmının ondan tiksindiğini belirtmeliyim, bütün salona yayılan kahkalar duymadım-. kısacası film bitiyor, adamları köpekler parçalıyor ama benim aklımda sadece çaça kalıyor ve birçoğu içinde durum aynı.

Kara köpekler havlarken izlerken sıkılmayacağınız, akıcı bir anlatımı olan, oyunculukları başarılı bir film. kenar mahalle merkez diyalektiğinde sınıf atlama mücadelesini anlatmak isterken konuyu sosyolojik farklılıklardan ziyade büyük balık küçük balık hikayesi gözüyle ele alan, çaça nın eline bakan bir film. sonuçta ortaya izlemek istedikleri o farklı film çıkıyor mu, orasından fena halde şüpheliyim ne yazık ki.

15 Nisan 2009 Çarşamba

Ortaya bir karışık (Gölgesizler)

Selim Evci’nin İki Çizgi faciasından sonra bir ay Türk filmine gitmeyip arınma süresi vermiştim kendime, o yüzden ancak festivalde yakalayabildim filmi. Bilmiyorum belki sonda söylenmesi gerekiyor ama benim şimdi söylemeyi tercih ettiğim iki husus var. Birinci bence ve birçokları da böyle düşünüyor bu roman uyarlamak için fazlasıyla zor bir tercihti, Demirkubuz’un Camus denemesi bile bunun yanında hafif kalıyor. İkincisi ve aslında bu film üzerine yapılan bütün tartışmaların tıkandığı nokta, Toptaş bu romanı çekmesi için Hakan Karahan’la Ümit Ünal’a izin vermişse, bize söylenecek söz kalmıyor, sadece ortaya çıkan işi değerlendirebiliriz.

Toptaş’ın Marquezvari büyülü gerçekçi anlatıma sahip romanının uyarlamasının seyircinin algısında dönüp dolaşıp bir kızın kaçırılmasına bağlanmasının birkaç nedeni var. Temel neden senaryonun kitabın belirsiz odağını belirgin yapma çabası, diğer bütün parçaları Gelincik’in kaçırılması olayıyla birleştirme çabası; böyle olunca kitabın sadece bir bölümüne yoğunlaşılmış olunuyor, bu da kitabının anlamından uzaklaşılmasına neden olmuş. Filmin Gelincik’in kaçırılmasına bu kadar bağlanmasının sebebiyse akışa sahip bir hikâye anlatma çabası, filmin sonuna kadar gizemi koruyup kaçıran kim sorusunu sordurtma çabası-izleyenler dikkat etti mi bilmiyorum ama senaryo Gelincik’i kimin kaçırdığını ortasından sonra söylüyor, ama bunun önemi var mı ben bilmiyorum-. Böyle bir senaryoyu 9, Ara gibi filmler çekerek çizgisel anlatımla sorunu olduğunu açıkça ortaya koyan bir adamın yazması gerçekten çok şaşırtıcı, gerçi biz hep yeni dönem çalışmalarını düşünüyoruz ama Berlin in Berlin’i de piç eden Ümit Ünal nihayetinde, izlenmesi için film yapınca köklerine döndü demeliyiz sanırım. Romandan kopukluğun bir nedeni de mizansenin salt gerçekçiliğe dayanan bir hikâyedeymişçesine olması. Bu oyunda kitaptaki diyaloglar kullanıldıkları zaman iş iyice garip bir hal alıyor, diyaloglar komik kaçıyor ve senaryo da belli yerlerde buna çanak tutuyor, verilmek istenen anlamın dışına çıkılıyor. Toparlamak gerekirse de anlamın saptırıldığı, doğaüstü olayların gerçekleştiği izlenimi veren bir film kalıyor geriye.

Hakan Karahan’ın iyi niyetinden şüphe etmiyorum. Türkiye’deki sinema okullarından bir ekip kurma çabası gerçekten hoş ama bu projede gerçekten bir gariplik var. Belki de bütün mevzu onun köklerinin banka genel müdürlüğünde olmasında yatıyor. Bu kadar ana akımdan uzak bir konuyu seçip gişe beklemesini ben anlayamıyorum. Bir de gişe çekmesi için filmin işin içine sevgilisi Candan Erçetin’in bir şarkısı ekleniyor. Yani insanlar Candan Erçetin’i seviyorlar, o yüzden filme mi gidecekler? Bu kadar basitse, niye böyle bir konu seçer ki insan? Kendi yaptığı işi mundar etmek bu bana kalırsa. Sonuçta ne oluyor, film sanatsal ve ticari kaygıların arasında ortada kalıyor ve kimseye yaranamıyor, 35000 gibi bir rakamda kalıyor. Bunun birkaç bini entel seyirci olsa, birkaç bini dizi oyuncularının popülaritesi, eh geriye kalan da Candan Erçetin diyelim, durum budur.

Ümit Ünal’a gelecek olursak. Film başlamadan önce salonu bu kadar doldurmanız beni şaşırttı, vizyondayken neredeydiniz dedi. Gerçekten bu filmin daha fazla izlenmesini bekleyip beklemediğini çok merak ediyorum. Yani ne bekliyordu ki, filmi beş yüz bin kişi izleyecek, Berlin’de yarışma hakkı kazanıp, ödül alacaklar, bunu mu bekliyordu? Birlikte çalışmaya devam edeceklerini duydum, açıkçası bu işbirliğinin iyi sonuçlar vereceğini sanmıyorum, değişik bir şeyler yapmaya çalışan yönetmen sayısı bir elin parmaklarıyla gösterilirken onun farklı alanlara kayması da sinemamız adına üzüntü verici bir durum.

Mommo

Festivallerde bazı filmler vardır, izlersin, izlerken karakterler adına yüzeysel bir üzüntü duyarsın, sonra çıkarsın dışarı ve bir hafta sonra filmin ismi söylendiğinde hatırlamazsın bile.Mommo filmi de herhangi bir ülkeden gelseydi, sanırım bu hikayeye uyacaktı.

Mommo hikâyesinin gücüne güvenen ve üzülerek söylemek zorundayım ki seyirciyi çekecek başka hiçbir özelliği olmayan bir film. Annesini kaybetmiş ve babalarının da yeni evlendiği karısı istemediği için ölmek üzere olan dedeleriyle yaşayan iki çocuğun hikayesi Mommo. Film dedelerinin kendisi öldükten sonra ortada kalmamaları için bir şeyler yapma çabalarıyla ve çocukların iki kişilik bir aile haline gelmelerini, çocukluğunu yaşayamadan büyüyen abiyle, en küçük yaşlarında bile dünyayla tanışmak zorunda kalan kız kardeşinin çocuk umutlarını, hüzünlü neşelerini anlatan küçük, bağıntısız sahnelerle ilerliyor.

Yönetmen halk arasında acıtasyon dediğimiz ölçüden uzak durmak için hikayeyi mümkün olduğunca basit tutmuş. Bütün film boyunca seyircinin tepki vermesi istenilen tek sahne finaldeki küçük kızın arkasından koşma sekansı oğlanın. İşte bu nedenledir ki oyunculuklar törpülenmiş, birçok sahnede çocuklar kendi yaşlarının ötesinde, olgun bir hüzün diyelim birbirlerine bakıyorlar, bu arada sahneler çocuklar sanki gerçekten o iki çocuklarmış gibi abartısız ve uyumlu-çok başarılılar yoksa film çok kötü bir sonuç verebilirdi-. Bu arada yaratılan çocuk karakterlerin olması gerektiği gibi olduklarını da söyleyelim. Türk sinemasında bir çocuk karakter varsa o çocuğun gözleri fırıl fırıl döner, hem piçtir, hem tatlıdır, hem hüzünlüdür, en akıllı lafları en olmadık yerde onlar söylerler.. işte bu çocuk imgesinin çok ötesinde olması gereken iki çocuk var, fazlasıyla hüzünlüler, ve işte bu yüzdendir ki film akmıyor. Dakikalar geçiyor, benzeri sahneler devam ediyor, hikayede ne olacağını ortasından sonra biliyorsunuz, bütün olayı açık ediyor yönetmen; ki zaten bu hikayenin happy endingle sonlanması beklenemez, çekimlerde hikayeye koşut bir şekilde basit ve gün ışığından yararlanılmış, böyle olunca da geriye hiçbir şey kalmıyor, benim gibi duyarsız insanlar boş boş ekrana bakıyor. Bir de filme ismini veren mommo imgesi var, filmin başında çocukların korktuklar farazi bir yaratık olan mommo nun ismini duyuyoruz, bir daha sadece sonlara doğru kıza sürekli korkmamasını telkin eden çocukta mommo dan korkuyor, mommo imgesi bana göre güdük kalmış, yani hikayenin içinde yerini doğru olarak ve simgesel anlamını vererek almış ama seyirci isim mommo olunca daha başka bir payda biçer o isme, bu bağlamda bir çelişki var, benim için önemli değil bu durum belirteyim.


Mommo izlerken birçok insanın sıkılacağı kuru bir film, sinemasal anlatım gücüne sahip değil, bir de filmin yönetmeni kırk küsür yaşında olunca insan daha da hayal kırıklığına uğruyor, çünkü o yaşa kadar biriken entelektüel birikimi bir şekilde görmek istiyor izleyici.

Fotoğraftaki İhtimal (Uzak İhtimal)

Ne yazıyordu İstanbul film festivalinin o birkaç cümlede bize dünyaları açıklayan kitapçığında, müezzinin rahibe kıza âşık olması, hikâye ilerler vs. işte bu özetten kimisi söyleyecek sözleri olan cüretkâr, kimisi konunun ilginçliğine yaslanmış klişe bir hikâye bekliyordu ama salondan çıktığımızda aklımızda çok basit, ama güzel bir izleti kalmıştı. Kahramanımız-aha bu sahiplenmeye de biterim bu arada- İstanbul’a müezzinlik yapmaya gelmiş bir adam.-bu arada hemen dağılmadan ekleyelim yönetmenin kendisi de imam hatip çıkışlı ve orijinal kişilik Ahmet Hakan ın kardeşi- filmin hemen başında yan komşusunu görüyor, ona ilk görüşte aşık oluyor-tamam bu yanlış kelime oldu, ilgisini çekiyor diyelim- ve film ona yaklaşma çabalarını kendisine konu ediyor. Böyle bir konuda ne bekleriz, adam büyük şehre gelmiş, aklı karışık, aslında o kadar da dinine bağlı değil-bu konu filmde açığa çıkmıyor, inancıyla ilgili hikaye bize hiçbir ipucu vermiyor, tepki çekmemesi için düşünülmüş olabilir- şehri tanıması, kendini tanıması ve değişmesi.. filmin böyle bir değişim hikayesi anlatmak gibi bir derdi yok, film en başta birkaç cami sahnesiyle bize karakterin imam olduğunu hatırlatıyor ve sonra imamlık orada kalıyor, bütün film boyunca bir daha dönülmeyen imamlık icrası bir bakıma kız peşinde koşulurken aradan çıkartılması gereken zorunluluk oluyor.

Anlatı başlangıçta seyircinin ne olacağını bir adım önceden görebildiği gag larla ilerliyor, mesela tespih yerine kızın kolyesini eline alması, kapının yüzüne kapanması, akabinde tekrar açılıp istenen şeyin verilmesiyle tekrar kapanması veya işte kızın ona yardım edip hemen içeri kaçması gibi. İlerleyen dakikalarla beraber imamın içimizden biri olduğunu bize sürekli hatırlatan sahneler geliyor. İmam da kızı görmek için bizim gibi komiklikler yapıyor, kızı takip ediyor, hatta ilerleyen sahnelerle beraber şehre alıştıkça bir İstanbul flanörü olup çıkıyor-tamam bu biraz fazla oldu-.

Her ne kadar biraz da seyirciyi neşelendirip hikayeden uzaklaşmamaları için ikisinin arasındaki contrasta dayalı espriler ilk bölümde fazlasıyla kendini tekrar ederek devam etse de aralarındaki uzak ihtimalin temelinin herhangi iki insanın birlikte olmasının önündeki karakter engellerinden hiçbir farkı olmaması bence filmin en önemli gücü. Filmin başındaki contrast ilerleyen dakikalarla beraber gereksiz bir motif oluyor. İmamın sevimli, nümayişsiz ve gayretkar-bir leaud eskizi, aha bu benzetme de süper oldu- karakteriyle yönetmenin bize yüzünü bile göstermekten çekindiği kadın karakterin oyuncularda başarıyla vücut bulması anlatımı güçlendiriyor.

Hikâyenin akışını sağlamak amacıyla eklenen zorlama hırsızlık partını kenara koyarsak hem karakterlerin ruh haletini başarıyla sergileyen hem de seyirciler için anlatımı keyifli bir hale getiren sahneler buralarda pek rastlayamadığımız türden. Sahafçı amcayla imamın kararsızlıklarının yinelendiği sahneler ve fotoğrafa ancak ucundan girebildiği fotoğraf çektirme sekansı çok hoşuma gitti, yönetmen karakter yaratmayı başarabildiği zaman böyle sahnelerin arkasından gelmesine de şaşırmamalı, bu fotoğraf imgesini çok sevdim, bu hikayeyi daha güzel anlatanacak bir imge bulamazdı bence.
Sonuç olarak uzun bir zaman sonra bütünlük göstermeyi başaran planlar, dakika geçirmenin ötesinde karakter yaratmayı başarabilen sahnelerle dolu olan bir film bize izleten uzak ihtimal için karpuz kabuğunda gemiler yapmaktan beri izlediğim en iyi ilk türk filmi dersem yanlış bir şey söylemiş olmam, herkes izlesin, izletsin.

8 Nisan 2009 Çarşamba

Splinter (2008)

İsmini ilk duyduğumda ilk olarak aklıma, ustaların ustası "Usta Splinter" gelmişti haliyle. Hatta bu isimde bir film olduğunu kime söylesem, hepsinden de "Usta Splinter'ın filmini mi yapmışlar?" cevabını aldım. Hayır malesef onun filmini yapmamışlar. Ancak yandaki afişine baktığımızda, yapımcılar Splinter Usta'nın şöhretinden nemalanmak da istemişler gibi geldi bana. Eğer ismi bu olmasa ve afişi de bu anımsamayı yapacak olmasa ilk anda ilgimi çekmeyeceğini rahatlıkla söyleyebilirim. Neyse konumuza dönersek, Splinter memleketimizde "Kıymık" ismiyle gösterime girdi. Splinter'ın kelime anlamına baktığımızda da "kıymık" ve "parçalamak" olarak dilimize karşılık geldiğini görüyoruz.

Splinter, ıssız bir benzin istasyonuyla açılıyor ve devamında, sevgililik yıldönümlerini çayırda bayırda yalnız kutlamak isteyen genç çiftimizle devam ediyor. Gençler çadırlarını kuramamaktan dolayı otele gitmeye karar veriyorlar ve yolda başka, hatta bambaşka bir çiftle karşılaşıyorlar. Aralarında geçen bir kısım husumetler sonunda (o kısımları filmi izlerken görmek daha iyi olur sanırım) filmin başında gördüğümüz benzin istasyonuna gelirler ve her film bahsinde de değindiğimiz gibi olaylar gelişir.

Düşük bütçeli bir film olarak öne çıkan Splinter anlatım olarak da bu tadı verebiliyor. Ancak toplamda 3 mekan ve 6 karakterden oluşan film, klişeleri yerli yerinde ancak çok başarısız bir şekilde kullanıyor. Nereden geldiği belli olmayan virüsümüz, bilinmeyen bir yaratıkımsı, aslında özünde iyi olan kötü adam ve her zaman olduğu gibi karşılaşılan yaratık/zombi/vb ile baş etmenin yollarının filmin sonlarına doğru bulunması. Klişeler, her zaman karşılaşılan ve korku filmi tutkunlarını o kadar da rahatsız etmeyen bir öğe olsa da eğer filmin içine bunu başarılı bir şekilde yerleştirememişseniz ve bir de bunu mantıksızlıklar silsilesiyle de pekiştirmişseniz vay halinize. Filmin kısa sürmesi ve bu para vermemiş olmam filmi daha katlanılabilir kıldı diyebilirim.


Az önce dediğimiz gibi filmin az sayıda karakter ve mekanda geçmesi ve düşük bütçeli bir yapım olması hoş bir hava katmış filme. Ancak devamında bu havayı sadece ambalajdan ibaret kalıyor ve tamamen sıradanlığa bürünüyor. Keşke bunu daha naif bir görsellik ve anlatımla sürdürseydi demedim de değil.

Splinter hususunu burada sonlandırırken filmle ilgili de birkaç bilgi vereyim. Yönetmen kişi Toby Wilkins aslen görsel efekt konusunda uzman. Muhtemelen bu filmi de kendince daha bağımsız bir iş yapmak için çekmiş. Görseller konusunda çok da abartılı bir kalite olduğunu düşünmememle birlikte sesler oldukça etkileyici. Film, Screamfest'de özel efektler de dahil olmak üzere 6 dalda ödül almış. Bu ödülleri almış olması sizi ne kadar etkiledrbilmiyorum ama bana sorarsanız bu 80 dakikalık film kafa boşaltmak ve vakit geçirmek için izlenilebilecek bir filmden ötesi değil.

Son olarak ufak bir uyarı; eğer daha once herhangi bir yeriniz kırıldı yada çıktıysa ve bu tip görüntülerden de rahatsız oluyorsanız bu filmden uzak durmanız sizin için daha iyi olur.

6 Mart 2009 Cuma

Revolutionary Road

“In a quaint caravan, there's a lady they call The Gypsy
She can look in the future, And drive away all your fears
Everything will come right, If you only believe The Gypsy
She could tell at a glance, That my heart was so full of tears
She looked at my hand and told me,My lover was always true
And yet in my heart I knew, dear ,Somebody else was kissing you
But I'll go there again,'Cause I want to believe The Gypsy
That my lover is true,and will come back to me some day..”

Ink Spot performansı eşliğinde, Frank’in (Leonarda di Caprio), April’i (Kate Winslet) bir partide görmesiyle başlar filmimiz...Tanışmalarının ardından April ile Frank’in yaşayacakları hakkında ilk kilit cümle Frank’den gelir..

April: Nelerle ilgilenirsin? Frank: (gülerek) Bu soruyu cevaplarsam yarım saat içinde ikimiz de sıkıntıdan ölmüş oluruz.
.............
Birbirlerine aşık çift Frank ve April Wheeler, “diğerleri gibi” olmak istemedikleri bir hayatı yaşayacaklarına inanmışlardır. Adı Revolutionary Road olan (Devrim Sokağı/Yolu) olan sokaktaki güzel evlerine taşınırlar. Frank sevmediği sıkıcı işinde çalışmakta, April ise, kimsenin beğenmediği bir performansla aktrislik hayallerine devam etmektedir. Birbirlerini çok seven çiftin arasındaki ipler, zaman içinde gerilmeye başlamıştır ve bir gün, herşeyi eskisi gibi yapmak ve rutinlikten kurtulmak adına, April Frank’a çok parlak bir fikirle! gelir...Yaz sonunda Paris’e taşınılacak ve herşeye yeniden başlanacaktır...Ancak işler planlandığı gibi gitmez, April’in sürpriz hamileliği ve Frank’in terfisi işleri karıştırır..
..........
Film boyunca, April in travmaları , Frank’ın gerilimleri ve ikisi arasındaki, ilişkilerini ve kendilerini sorgulama halleri inanılmaz gerçek, tanıdık ve kalbinize dokunuyor. Sıradan olmaktan kaçan ve ani bir kararla hayatlarını bildik rutinlerden kurtarmaya çalışan çift için, kendilerini keşif yeniden başlamakla kalmıyor, Frank alıştığı düzenin bozulmasına hazır olmadığını, olmaktan çok korktuğu “diğerleri” gibi olmaya başladığını, April ise çocukların aslında kendi için istemeden de olsa ikinci planda olduğu gerçeğini, kronik mutsuzluğuyla başa çıkamayacağını, istemediği o hayatı hep yaşamak zorunda kalacağı gerçeğiyle yüzyüze kalıyor. Bu arada ikisinin de birbirlerine ihanetleri karşısında Frank’in kendini suçlu hissetmesiyle bunu April’e söylemesi April’in ise kendi kaçamağından hiç bahsetmeye gerek görmediği, Frank’e çok net bir şekilde” seni artık sevmiyorum,..bana dokunursan çığlık atarım” dediği gerilimin, mutsuzluğun tavan yaptığı sahnelerdeki oyunculuklara şapka çıkartmak gerek.

Leonardo di Caprio, Kate Winslet’ın karşısında Titanik’ten beri, “kardeşi gibi görünme” sendromunu hala bize yaşatsa da, ikisinin de oyunculuklarının , kendinize sizin o travmaları yaşıyor olduğunuzu hissettirecek kadar iyi olduğunu tekrar belirtmek isterim. Micheal Shannon’un, bir süre psikiyatrik tedavi görmüş, zeki adam, John Givings rolünde, çifte hayatları hakkındaki gerçekleri acımasızlıkla yüzlerine söylediği sahneler, zaman zaman klişe bir oyunculukla sergilenmiş gibi görünse de;
“..Bir konuda çok memnunum. Hangi konuda olduğunu bilmek ister misin?
(eliyle April’in şiş karnını işaret ederek)..O çocuk ben olmayacağım için gayet memnunum...”
sahnesindeki repliği ve oyunculuğu ile filmin en çarpıcı sahnelerinden birine imzasını atıyor kanımca.


Final sahnelerine gelince, oyunculukların ders niteliğinde kabul edilebileceğini düşünmekteyim. Travmaların nasıl sonlandığının görülebilmesi adına son sahnelerden fazla bahsetmeyeceğim..

Revolutionary Road, hem iyi bir edebiyat uyarlaması, hem de gerçekten sıkı ve güzel bir kurguya sahip. Hepimizin aklından çoğu zaman geçen, “başkaları gibi olmak istememe” haline gerçekçi bir yaklaşım. Yine de “Hayallerin Peşinde” koşmayı bırakmamak adına, yazımı Ink Spot’un şarkısındaki manidar dizeleri hatırlatarak bitirmek istiyorum…

…………………………………..
She can look in the future, And drive away all your fears
Everything will come right, If you only believe The Gypsy
………….

..iyi seyirler..

Dip Not: Revolutionary Road, Richard Yates'in 1961 tarihli aynı adlı romanından Justin Haythe tarafından uyarlanan 2008 yapımı film. Yönetmenliğini American Beauty filmi ile Oscar ödülü kazanan Sam Mendes' yapıyor. Winslet, DiCaprio ve Kathy Bates bu filmle, 1997 yapımı Titanic filminden sonra ilk kez bir araya geliyorlar. Revolutionary Road aynı zamanda Kate Winslet'ın eşi Sam Mendes ile yaptığı ilk film projesidir.

Ayrıca “Revolution Road”u izleyen” Little Children”ı da izledi...

4 Mart 2009 Çarşamba

Her Kuşun Eti Yenmez (All the Boys Love Mandy Lane)

Geçtiğimiz ifistanbul'un nöbetçi sinema kuşağının 3 filminden bir tanesiydi bu teen slasher. Son yıllarda yapılmış türe uygun birçok film arasından neden bu film seçildi pek anlayabilmiş değilim.

Filmim adından da anlaşılacağı gibi Mand Lane oldukça alımlı bir genç kızımızdır ve etrafındaki bütün yeniyetmeler de kendisine fena halde hastadır. Hayran kitlesinin bu kadar geniş olmasındaki asıl etken de aynı zamanda kendisinin henüz erkek arkadaşı olmamış bir bakire olması. Hal böyle olunca, libidosu sürekli mevsim normallerinin üzerinde gezen genç dimağların tek derdi, etraflarında bir sürü genç ve güzel kız olmasına rağmen, sadece Mandy Lane olmuş. Bir nevi hedefe kilitlenmişler de diyebiliriz. Sonrasında, gençler kızlı erkekli bir çiftlik partisine kendisini de davet ederler ve olaylar gelişir.

Şehirin dışındaki ıssız bir ev, orman içindeki bir göl, bir yığın genç, alkol, uyuşturu, seks ve gizemli bir adam. Şartar bir teen slasher için oldukça elverişli. Klişeleri bu kadar göze sokması başlarda biraz izleyeni rahatsız etse de türden hoşlananlar için çok da rahatsız edici olduğu söylenemez. Diğer tarafdan filmin bir noktaya kadar sıradan gitmesi sonlara doğru "yeter artık bir şeyler olsun" dedirtmiyor değil izleyiciye.

"Filmi izlemedim ama izlemek istiyorum." diyenler için sakıncalı içerik.
Gençlerin birer birer ölmesi ve onları kimin öldürüyor olduğunu görmemizle beraber birden film cazibesini yitirmeye başlıyor ki "Bu film böyle bitemez" diyebiliyoruz. Sağolsunlar onlar da bunun farkında ki beklenen dönüşü yapıyorlar ve Mandy'nin pek de masul olmadığı ortaya çıkıyor. Bir klasik olarak, sevişenler birer birer elveda diyor bize ve sonunda bakir kızımız hayatta kalıyor. Filmi ortalarında durdursak ve oturup senaryonun devamının ne olabildiği üzerine biraz kafa yorsak, aynen bir problem çözer gibi formülde bilinenler yerlerine koyulduğunda tek bilinmeyen de ortaya çıkıyor.


Texas katliamı'nı(The Texas Chainsaw Massacre 1974) akıllara getirdiğimizde, "Bir evde yaşayan yamyam bir aile ve tuzaklarına düşürdükleri insanlar." Ev halkının bir şekilde yabancıları kuntine getirip sofralarına meze yapması da Mandy Lane'e yapılmaya çalışanla örtüşüyor, filmin sonunda "survivor" olarak kanlar içinde arabayla uzaklaşması gibi. Ancak her filmde de Texsas Katliamı'ndan izler görmek de biraz rahatsız edici olmaya başlamadı desem yalan olur.
"Filmi izlemedim ama izlemek istiyorum." diyenler için sakıncalı içerik.

"Hani benim olacaktın?"

Türden hoşlananların beğenebileceği bir film olmasının yanında içerisinde barındırdığı ufak tefek yaratıcılıklar, senaryodaki ani dönüşler ve başarılı sayılabilecek sonuyla vakit geçirmek için izlenilesi bir film derken filmden çıkardığım kıssadan hisse de "Her Kuşun Eti Yenmez"dir.

1 Mart 2009 Pazar

if...

1968 yapımı Cannes'da 'en iyi film' ödülünü almış olan if..., dönemin anaşist söyleminin İngiliz Sineması'ndaki en güçlü yansıması. Birçoklarına göre haddinden fazlaca Vigo'nun Zero de Conduite'den (1933) feyz almış bu yapımda Anderson, yatılı okul öğrencileri üzerinden eğitim sistemine, silahlanmaya, tek tip birey üretimine eleştiri getirmeye çalışmış.

Anderson'un filmini incelediğimiz zaman ilk akla gelen birçok okul filminde maruz bırakıldığımız kalıp karakter sorunu. Yönetmenlerin aklına bir fikir geliyor, bu doğrultuda önemli olanın eylemin olduğu bir hikaye anlatılması gerekiyor ve bu yüzden de seyircinin yaşadığına inanmakta zorluk çektiği karakterler yaratılıyor. Okul içi şiddet, sorun türünün en iyi örneklerinden biri olan Elephant da (2003) nasıl bilgisayarda adam öldüren çocukların arkadaşlarını öldürmek istemeleri son derece basit geliyorsa göze, burada da lenin fotoğralarıyla dolu bir odaya sahip olan gençlerin anarşist söylemleri ve tutumları -gerçi film kendi kendini yalanlıyor sonuç itibariyle- seyirciyi tatmin etmekten uzakta. Bunun yanı sıra filme ilişkin beni en rahatsız eden durumlardan biri öğretim sistemine teenage kült filmi Donnie Darko (2001) kadar bile eleştiri getiremiyor oluşu. Eğer ortada bir tek tip insan yaratma çabası varsa bunun yolu öğretimden geçiyorsa bununla ilgili tek başına bir tutarlılık yakalayan bir veya birkaç sahne yerine oğlan avına çıkmış hocalardan bahsedilmesi bana garip geldi. Filmin kopuk anlatımında cimnastikçi çocuğa hayran olan alt sınıf öğrencisi, yıldızlarda sevgilisini gören Travis gibi naif ve gerçekçi anlatımların yanına böyle sahneler eklenseydi filmin içeriğinin daha güçlü olacağını düşünüyorum. Filmde en dikkat çeken unsurlardan biri olan kaplan imgesi ise karakterlerin ruh haletini anlatmakta başarılı bir anlatım yakalamayı başarıyor.



If...'in diğer dikkat çeken unsuru ise renkliden siyah beyaza ve sepyaya dönen renk kullanımı. Bu kullanımının nedeninin Lelouch'un bir kadın&bir erkek filmindeki gibi mali nedenler olup olmadığını bilmiyorum ama bu kullanımın filmin ikircikli anlatımına koşutluk yakaladığını söyleyebilirim. Aslında beni en çok rahatsız eden anlatım tekniği oldu. Aynı dönemde Godard gemiyi azıya alırken çektiği La Chinoise (Çinli Kız, 1967), Weekend (Haftasonu, 1967), Sympathy For The Devil (1968) ve bir kaç sene sonraki Tout Va Bien (Herşey Yolunda, 1972) gibi filmlerde çok önem verdiği estetik anlatımı tamamen bir kenara bırakıp, anlatmak istediklerini bazen bir karakterlerin kameraya dakikalarca konuşmasıyla sahneleyerek sinema filmi anlatımından bütünüyle koparken, Anderson'unun anarşist söyleme sahip filminin duraklamalar ve kopuşlar içerse de geleneksel kurguya bu kadar yakın kalması da açıkçası bana çok ironik gözüküyor.Son olarakta filmin bitişteki gerçeküstü finaline değinmek istiyorum. O gerçeküstü finalde sonra çıkan 'if' yazısıyla yönetmen her şeyi seyiriciye bırakıyor. Dilimizde tam bir karşılığını bulamadığımız bu eğer/acaba sorusuyla yönetmen değerlendirmeyi anarşist söyleminden bütünüyle koparak bize bırakıyor.

Loves of a Blonde&The Firemen's Ball

Her ne kadar birçok yönetmen için ilk dönem çalışmaları ilerleyen nesiller tarafından bir merak nesnesi olarak tüketiliyor ve çoğunlukla hayal kırıklığı yaratıyorsa da, konuştuğumuz isim forman olduğu zaman çoğunluğun guguk kuşu, ragtime, hair ve daha sonraki büyük prodüksiyonlardan tanıdığı yönetmen için ama önceside var demeyi bir sinefil olarak boynumun borcu olarak görüyorum.

Gösterimleri birlikte yapılan iki kısa filmi audition ve it were'nt for music ve akabinde çektiği ilk uzun metrajı black peter dan sonra forman ülkesini terketmeden önce çek yeni dalgasının mihenk taşları olarak görülen Loves of a Blonde ve The Firemen's Ball'u arka arkaya çekti. günümüzde bile ne zaman bir çek veya slovak filmi izlesek görmeye alışık olduğumuz gülümseyen bir hüzünden ziyade hüzünlü bir gülümseye sahip hikayelerin çıkış noktası olarak bu iki filmi gösterirsek yanlış bir şey söylemiz olmayız.



1965 yılında gösterime giren ve forman'a yabancı film dalında oscar adaylığı getirerek holivud tarafından ilk defa farkedilmesini sağlayan loves of a blonde bir taşra kasabasındaki gündelik hayatı terennüm ediyor. fellinesk karnaval ortamından çok uzakta olan bir balo sahnesinde on altı kıza bir erkeğin düştüğü kasabadaki ikili ilişkilerin kopukluğu, karşı cinse bakış açısı ve komünist rejimdeki donuk gündelik yaşamı komik ama arka plandaki hüznü unutturmadan sahneliyor. parçalı- kopuk anlatımı ve karakterleri ele alış biçimiyle yer yer izlenimci bir havaya sahip olsa da filmin bilhassa gerçekçilikten kopmaya meyilli senaryosu bu adlandırmayı yapmamızı imkansız kılıyor. ilerleyen sahnelerde kasabaya ait olmayan piyanistin naif kasaba kızını kandırması, daha doğrusu onun kanmak istemesi diyelim ve öylesine söylenilmiş bir sözün peşinden büyük şehire gelişini izliyoruz. burada bize hiç de uzak olmayan bir aile sekansının ardından genç adamın yanında umduğunu bulamayarak geri dönmesiyle hikaye ilerliyor. ve filmin başında izlediğimiz gibi finalde de karakterler yine yatakta kendi aralarında konuşuyorlar. film boyunca milda için her şey yatağında veya sevgilisinin yatağında uzandığı zaman iyi gidiyor, ne zaman yatağında uzansa kendi gerçeklerini yaratabiliyor ve hatta bu gerçekler çocukca hileler bile olsa dışaradaki gerçekle örtüşebiliyor. bu basit anlatıda forman ülkesinde genç kızların daha doğrusu gençlerin yola çıkışlarını(çımayışlarını anlatmak istiyor ve ülkesinde yaşadığı günümüzde iran sinemasında görmeye alışık olduğumuz sınırlandırmalara benzer bir yapıya rağmen istediğini yapabiliyor.



Loves of a blonde un akabinde yeni bir senaryo yaratmakta zorlanan forman ve ekibi kaldıkları otelde izledikleri bir "itfaiyeci balo"sundan sonra bu konuda bir senaryo yazmaya karar verirler ve the firemen's ball u yazarlar. ilerleyen dönemde ülkeden ayrılmasına neden olan the firemen's ball için truffaut nun kanatları altında kendine finansör bulabilen forman bu filmde sadece amatör oyuncularla çalışmıştır. konusunu itfaiyecelerin geleneksel balosunda itfaiyecilerin ve güzellik yarışmasındaki kızların başlarından geçen olaylar-!- olarak özetlenmemiz beklenen bu filmde forman ne düşünmemiz gerektiğini bizlere bırakıyor. ilerleyen dönemde kendisine sorulduğunda filmde istiare ve/veya metafor kullanmadığını söyleyen yönetmenin filmini çoğu izleyici bir toplum/siyasi alegori olarak hatırlar. itfaiyecelerin piyango hediyelerine göz kulak olamamaları, güzellik yarışması yaparlarken yanlarındaki binanın yanması, bina yandığı sırada insanların bunu içki içerek izlemeleri-forman ne derse desin bu sahneden sonra seyircinin bu filmi bir komedi filmi olarak hatırlama şansı kalmıyor, filmdeki ani geçiş aslında biraz da seyirciyi silkelemek için ve onlara seyirci olduklarını hatırlatmak için- ve tabii ki başkanlarına verecekleri hediyenin bile çalınması komedi filmlerinde görmeye alışkın olduğumuz abartılı, anlamsız, salt güldürmeye dönük çabalar olarak göremeyiz. ve tıpkı loves of a blonde olduğu gibi forman bu filmde de bulunduğu cehennemde belki de gelinme imkanı olan en yüksek erime ulaşıyor ve seyirciye yıllar sonra da anlamını yitirmeyen bir kült bırakıyor

İki Çizgi

İki çizgi'den çıkarken Metin Erksan'ın kariyerinde imkansızlıklardan dolayı nasıl "Şeytan" gibi abuk işleri çekmek zorunda kalırken "genç" sinemacılarımızın kültür bakanlığım sağolsun düsturunun rahatlığıyla nasıl silik, filmlerindeki karakterlere koşut filmler çektiğini düşünüyordum. "İki Çizgi" Selim Evci'nin ilk filmi ve bu ilk filmde sinemanın temel kurallarından biri olan sahne bazında tutarlılığın yakalanmasında büyük sıkıntılar var. Aklımıza gelenleri sıralamak gerekirse; daha ilk sahnedeki komediye varan tiyatro oyunculuğu ve buradan çıkarmamız istenen ikincil anlam, akabinde bir alarm kurulumu ve senaristimiz bir daha "ama bunun altı var" diyor bizlere, sonra uzunca bir süre arabanın çekilmesini izliyoruz, metrodayız karakterimizi anlatan en kilit sahne, herif göbeğini sevgilisine sürtüyor, ama bizimki pısmış bakıyor. Çarşafa dolanmış seks sahnesi, sonra yönetmenin canı sıkılıyor, araya arkadaş grubuna bir klip sıkıştırıyor bu çok amaçlı yapımda, ha unutmadan İfsak binasını da es geçmiyor ve bu arada bol bol Canon reklamı-arabanın markası nasıl eos oluyor onu da çözmüş değilim, bu benim cahilliğim olabilir-; demiştim ya çok amaçlı film, adeta küçükken trenlerde bize tanıtılan kalemler misali, sonra azgın teke fotoğrafçı, kendin pişir kendi ye usulü kendi piyanon kendi dramın, sonra yola çıkıyor "İki Çizgi", tarlada bilezik aradıkları sahne-buna geri döneceğiz-, kaplumbağa sıkıştırması-evet yine ikincil anlam, her yerde ikincil anlam- yönetmenin gençlik fantezisi olduğunu düşündüğüm mizansen ve final.

Beni en çok şaşırtan sahneler erkek karakterin barda rock grubunu dinlediği sahnenin herhangi bir klip gibi kurgulanması ve karakterlerin bir Sinan Çetin eskizi olan uzamda birbirlerini aradıkları -?- sahne. Bir sahnede yönetmen alt metin oluşturmak istiyorsa unutulmamalıdır ki öncelikle sahnenin basit bir okumayı da içermesi gerekir. Tabii ki filminiz gerçeküstü bir yapımsa-salt gerçeküstü olmasına gerek yok- veya sahne bir rüyadan ibaretse-misal Semih Kaplanoğlu'nun süt ündeki Freudyen ana oğul sahnesi gibi- böyle bir zorunluluk yok. Ama eğer günlük bir hikayeyi anlatıyorsan, karakterlerin bütün davranışları "olağan" ise tarlada çömeldikleri sahnede bir anlam ararım ve bunun bir açıklaması olmadığı zaman da ikincil anlam bütünüyle anlamsız, metafor/istiare anlatımın saçma olduğu bir şekle bürünür.

Filmin bir diğer düşündürdüğü de artık yoğun bir şekilde duyumsadığımız "post-Nuri Bilge Ceylan sendromu". Uzaklara dalmış karakterler, dural bir sıkıntı, yan yana geldikleri zaman hiçbir şey söylemeyen insanlar ve film boyunca arabanın aynası kadar bile hareket etmeyen, bütün bir film boyunca piyano sahnesi dışında hiçbir travelling içermeyen, pan da hatırlamıyorum kamera kullanımı-yeri gelmişken hd nin yetkin olmayan ellerde ne kadar sönük performanslar verebileceğini de görüyoruz-. Bu tarz kamera kullanımının en ustalarından örnek verecek olursak, Ozu Tokyo hikayesinde veya Jarmusch cennetten daha garip'te kamerayı karakterlerin ruh haletine koşutluk gösteren bir biçimde kullanırken yeni nesil "minimalist" Türk sinemasının bu biçemi niye seçtiğini ben bir türlü anlayamıyorum ve artık film bittiğimizde aklımızda hiçbir şey kalmayan bu karakterlerden gına geldiğini düşünüyorum.

Ve son olarak oteldeki sado-mazoşit sahne. İklimler' de Nbc profosyonel bir oyuncu olmasa da sahneyi sonuna kadar taşırken Evci feyz aldığı bu filmin aksine kendisine ve oyuncularına güvenmeyerek, filmdeki tek ilginç sahneyi vantilatör planıyla geçiştirmeye çalışınca, Evci'nin anlatımda ne kadar yetersiz olduğu ortaya çıkıyor ve üzülerek söylemek zorundayım ki, İki Çizgi çarşafa dolanmış seks sahnesi gibi yapmacık, güvensiz ve komik olmaktan öteye gidemiyor.

28 Şubat 2009 Cumartesi

The Reader

Film açılışını, 1995 yılında Berlin de, burjuvaziden nasibini almış tipik klişeleri ile; beyaz yaka, kol düğmeleri, şık sayılabilecek kahvaltı takımı, kahveyle güne başlayan "iş adamı galibaaa"diye düşünebileceğimiz, sonrasında avukat olduğunu anlayacağımız bir adam (Ralph Fiennes) ve yine şimdi bunun sevgilisi de vardır klişesiyle devam eden, haklı çıkaran, arada bir kızıyla buluşan bekar baba klasiğiyle açılır....ama! Filmimiz, pencereden zarif bakışlarıyla dışarı bakan Ralph Fiennes'i yani Micheal karakterini güzel bir geçişle ilk gençlik yıllarına götürmesiyle ve genç Micheal'in Hanna (Kate Winslet) ile nasıl tanıştığını görmemizle bizi içine çeker...


"The Reader"ın, 1958 yılında geçen ilk bölümünde, 15 yaşındaki mutsuz Micheal (David Kross) ve 36 yaşındaki çekici Hanna arasındaki ilişkiye tanık oluruz. Hasta olan Micheal'a Hanna 'nın yardım etmesi ile başlar herşey...iyileştikten sonra Micheal 'ın elinde çiçeklerle Hanna'yı ziyareti, niyeyse bana tüm film boyunca hep açıkmış ve herkes istediği gibi girebilirmiş gibi görünen evinin kapısından Micheal'in içeriye süzülüşü ve genelde sinirli ve soğuk görünen Hanna 'nın, iç çamaşırlarını ütülerken Micheal'ın gözlerinin çamaşırlara kilitlenmesiyle çok geçmeden sevişeceklerini anlamamızla devam eder.... Gelelim göze çarpan ilk klişelerden, filmdeki güzelliklere...okuma, sevişme ve banyo üçgeninde yaşanan ve Micheal'ın ilk heyecanını, 1990 doğumlu David Kross'un Kate Winslet karşısında hiç de küçümsenmeyecek bir oyunculukla sergilemesi bence takdire şayandır..özellikle filmin ikinci yarısında Hukuk Fakültesinde okuyan, Hanna'nın ortadan aniden kaybolup 8 yıl sonra bir savaş suçlusu olarak karşısına çıktığı sahnelerde, kafası karışık, üzgün, bir zamanlar sevdiği kadının bir Nazi olduğunu öğrenmesiyle ciddi şekilde yaralanan Micheal'ı çok da güzel oynamıştır kanımca..Kate Winslet ise zaten Oscar'ı ve bilimum ödülleri kapmış, filmdeki oyunculuğunun ne denli iyi olduğunu kanıtlamıştır..gerçi Oscar ve Altın Küre ödüllerini alırken yaptığı konuşmalar, bende niyeyse "hala rol yapıyo galiba"hissini uyandırmıştır, ama üzerinde durulmamıştır ve kendisinin güzel olduğu kadar yetenekli olduğu gerçeği bir kez daha kabul görmüştür...

Mahkeme sahnesinde, Hanna'nın yargılanan diğer kadınlar tarafından komploya kurban gidişi, Micheal'ın neden Hanna ile bir türlü temasa geçemediğinin tam hissettirilemediği sahneler sanki biraz yüzeysel, biraz da tiyatro sahnesi gibi kalmış...özellikle diğer nazi suçlularının Hanna'yı işaret ettikleri "o yaptı, o yaptı" dedikleri sahne ise izleyicide kısa süreli ve ufak çaplı bir düşüşe yol açmıştır...

Mahkum edilen Hanna ve sonunda onu görmeye giden Micheal'ın bir araya geldikleri sahnede de aradaki 25 yaş farkı, gerçekten muhteşem makyaj sayesinde sanki 40'a çıkmıştır, ama yaş farkının birdenbire artmış gibi durması heralde Hanna'ya hapishanede geçen günlerin etkisiyle çökmüş imajı verilmek istenmesinden kaynaklanmaktadır diye düşünmekteyim.. (Bu arada film Almanya'da geçmesine ve herkes Alman olmasına rağmen hiç kimse almanca konuşmamaktadır...)

Dip not olarak eklemeden geçemeyeceğim, "The Reader",Bernhard Schlink'in aynı adlı romanından uyarlanan ve 39 dile çevirilen ünlü bir eser. Filmin kitaba göre, bazı konularda biraz daha yanlı olduğu düşünülmekte ise de "The Reader" üzerinde konuşulmaya ve izlenmeye değer güzel bir film..iyi seyirler..

7 Şubat 2009 Cumartesi

Tokyo Gore "Police"!!!

İsminden de anlaşılageldiği gibi filmimiz Japonya'da geçmekte ve polis departmanıyla alakalı. "Gore" olmasından mütevellit, oldukça da kanlı olsa gerek.
Seneler seneler geçmiş, Tokyo bildiğiniz Tokyo değil artık. Özelleşme almış yürümüş. Polis departmanı da bundan nasibini almış ve özel bir şirket tarafından işletilir olmuş. Mottoları da "suçluyu öldürmek farzdır." gibisinden. Tabi bu kadar değişimle beraber suçlular da oldukça gelişme kaydetmiş. Kendilerine "Mühendis" denilen bir suçlu türü ortaya çıkmış. Bu tür, anahtar şeklinde bir tümör vasıtasıyla bünyeden bünyeye geçmekte ve kafası attığında yada uzuvlarından biri koptuğunda mutasyonumsu bir değişim geçirerek bir ölüm makinası haline gelebilmekte. İşin "gore" tarafına oldukça uygun yani.

Hikayenin ana teması bu şekilde. Devamına, izleme şansınız olduğunda görmeniz daha hayırlı kanımca. İzleme demişken, zaten izlemek isteseniz ilk sahnelerde farkına varırsınız ki, film pek hassas bünyelere göre değil. Hani şurdan kan akarsa rahatsız olurum diyorsanız hiç yanaşmayın. Çünkü hiç öyle bir şey olmuyor, sürekli kan var zaten.

Başroldeki hanım kızımıza Takashi Miike'nin "Audition"undan aşinayız. Az konuşup çok iş yapmış kendisi bu filmde de. Yönetmenimize gelicek olursak, işte işin özü tam da burada yatıyor. Kendisi uzakdoğuda birçok filmde makyaj ve özel efektler üzerine çalışmış olan "Yoshihiro Nishimura". Artık yaratıcılığına göre bir film bulamamış olacak ki kendi sınırlarını görmek için bu filmi yapmak istemiş. Görsel açıdan tam bir "gore" denilebilir bu film için. Makyajlar ve efektler çok gerçekci olma yoluna gitmeden, filmin ciddiyet dozuyla örtüşür kıvamda ve türü sevenleri memnun edecek seviyede.

Özelleştirme, polis, toplum, reklam eleştirileri -haliyle- yüzeysel geçilirken, uzuvlar üzerinde yapılan çalışmalar ve başkalaşımlar "Cronenberg"den izler taşımakta. "Mühendis", meta fetişi ve cinsel çağrışımlar, yapılan özel efektlerle bileşince, akıllara hemen kendisini getirmekte.

Bu tarz filmlere ilgi duymayanların uzak durmasının kendileri için daha iyi olacağı kanısında olmakla birlikte türden hoşlananlar eğer bu filmi sinema ortamında izlemek isterlerse if istanbul 2009'u takip edebilirler.

http://2009.ifistanbul.com/filmler/tokyo-gore-police.aspx

not: Unutmadan, "More Gore Coming Soon"

3 Şubat 2009 Salı

Yola Çıkamayan Yol Hikayesi (Pandora'nın Kutusu)

Pandora'nın kutusu için taşra kentli diyalektliğinin bir aile üzerinden yansıması filmi dersek yanlış olmaz. Son dönem Türk filmlerinin birçoğunda gördüğümüz üzere unutulmuş bir geçmiş var ve bu geçmişi bize hatırlatan, hatırlatmaya çalışan nesneler ve her zamanki bütün kötülüklerin babası büyük şehir, şehrin içine sıkışmış olmalarına rağmen yapayalnız olan bireyler, kısacası bildiğin, bildiğim, bildiğimiz bir hikaye.

Ve sonra film bir yol hikayesi tadıyla başlıyor. Türk sinemasında örneklerine pek rastlayamadığımız bir tür olan yol hikayesi filmi izleyip izleyemeyeceğimizi düşünürken istanbul a dönüyoruz bile. ben bu sefer tomris uyar vari bir aile hikayesi mi izleyeceğiz diyorum, ama bütün karakterler kendi yoluna gidiyor ve bütün film boyunca yolları sadece bir kez daha kesişiyor; ki bence bu filmin en büyük eksiği de bu. karakterlerin bir arada duramaması senaryonun kolaya kaçması olarak algıladım, pandora nın kutusu açılırken yeterince yüzleşmiyor karakterler.
Bundan öte bir diğer sorunda karakterlerin klişeler üzerine oturtulması. histerik evde kalmış hatun kişi annesini sorumsuzca bırakır sevgilisine gider, abla anne aşırı kontrolcüdür, oysa çocuğun tek istediği onu dinlemeleridir, dayı ise tam bir felakettir, uzak durulması gereklidir; ki burada hakkını vermeliyim, serde loser lık olmasından mıdır bilinmez filmde en gerçekçi bulduğum tipte dayı oldu. kısacası orta sınıf, entellektüel bir şehirlide rastlayabileceğimiz bütün özellikleri sahip bu karakterler insanı rahatsız ediyor ve belki de klişe diyalogların artmaması için yönetmen onları geride bırakıyor ve ikinci yarıyı nineyle torununa, hikayenin en masumlarına hasrediyor. bu konuda en son olarak şunu söyleyeceğim bir filmde karakter sayısı arttıkça onların parlama şansı her zaman azalır ve her zaman o karakterler standartlaşır.

Pekala cumhuriyet mitingi, üniversite öğrencisi sucu çocuk gibi nereye oturtacağımız bilemediğimiz yersiz eleştirileri bir kenara bırakıp hikayenin sonuna gelecek olursak türk filmlerinde görmeye alışkın olduğumuz seyiriciye oynama alışkanlığına kapılmadığı için filmi başarılı sayabiliriz. ve film için bir yol hikayesi paydasını da verebiliriz alışık olmadığımız, türün özelliklerine sahip olmasa da pandora nın kutusunu yola çıkamayanların yola çıkanlara ancak seyirci olduğu bir yol filmi olarak görebiliriz. ve hattta filmin anlatmak istediği aile hikayesini de yarı yolda bıraktığına göre aynı adlandırmayı film için de yapabiliriz. bütün bu adlandırmalar bir yana sinema kariyeri on beş seneyi bulan bir yönetmenin gelebileceği en üst nokta burası mıdır, bundan şüpheliyim.

Son olarak filmden önce teaser ını izlediğim ümit ünal ın gölgesizlerine değineceğim. gölgesizler türk romanının varoluşçu doruklarından bir tanesidir ama teaser ı izlerken bir gerilim filmi izleyeceğini sanıyor insan. ünal ın ısmarlama olarak filmi çekmesi, toptaş ın senaryoyu kabul etmesine rağmen kafamda soru işaretleri yaratıyor, umarım iki bin dokuz en çok beklenen çalışmalarından olan gölgesizler beklentilerin çok altında kalmaz.

22 Ocak 2009 Perşembe

"Let the Right One In"

Vampir teması, ve garip bir aşk hikayesi. Şimdiye kadar türlü türlü vampir filmi de yapıldı aşk filmi de. Bu iki temayı kullanıp da akılda kalan ne kadar yapım var derseniz, pek de bir şey gelmiyor akıllara, bu masalsı iskandinav efsanesi dışında... Önce filmle alakalı birkaç bir şey okuduktan sonra, korku filmi düşüncesiyle izlemeye koyuldum. Ancak bambaşka bir tat bekliyormuş efenim bendenizi.


Öncelikle şunu söylemek gerekir ki, hikaye bir romandan alıntı olmasından dolayı, bu konuda bilgisi olanlar daha derin anlamlar çıkarabileceklerdir filmden. Vampir filmi olmasından mütevellit, filmde az çok kanlı sahne yer almakta, ancak bu sahneler olabildiğince yerli yerinde ve kararında detaya girilerek gösterilmiş. Böyle olunca da izleyici daha çok hikayenin derinliğine ve yaşananların dramatik yapısına yönleniyor. filmin görsel yapısı da fazlasıyla bu anlatımı kuvvetlendirecek nitelikte.

Film içerisinde yer yer alt hikayelerin bulunması yanısıra, yönetmen bize gerek duymadığı konuları da anlatmaktan kaçınıyor. İlk ölen adamın aranması, eli'nin babasının (değil muhtemelen) hastaneye kaldırılması, camdan düştükden sonra ona ne olduğu gibi. Bu da gerçekliğe kapılmadan hikayenin masalsılığına kapılmamızı kolaylaştırıyor.

Akılda kalan sahneler olarak hastanede vampir kadının yanması ve malum havuz sahnesi sinemasal olarak fazlasıyla başarılı ve filmi daha da etkileyici kılıyor. Eli’yi hastane duvarından yukarı çıkarken görmek gerilmek isteyen bünyeye fazlasıyla istediğini veriyor.

Filmin başından itibaren Eli'nin "ya ben kız değilsem, ben bir kız değilim" sözleri filmin sonlarına doğru Eli'yi çıplak olarak gördüğümüzde anlam kazanıyor. romanda da yer aldığı gibi Eli'nin hadım edilmiş bir erkek olduğunu anlıyoruz. Bununla birlikte eli'nin oscar'la olan ilişkisi farklı anlamlar kazanıyor. İşin içine vampirlik temasının yanıda bir de eşcinsellik taması giriyor. Diğer tarafdan babası mı değil mi belli olmayan adamla olan ilişkisi de -ki muhtemelen babası değil- insanı düşündürüyor. Diğer tarafdan Oscar'ın da en son babasının yanındayken evlerine gelen adam ve evde oluşan garip ortam ve sonradan oscar'ın gece evden ayrılması da türlü ihtimalleri akıllara getirmiyor değil.

Ve filmin sonlarına geldiğimizde oscar ve eli trene binip mutlu mesut giderlerken eli'nin babası (?) ve oscar'ın kaderleri akıllara geliyor. Muhtemelen Eli, Oscar’la yeni bir başlangıç yapıyor. Bir tarafdan hikayenin mutlu sonla bittiğini düşünürken, akıllarda Oscar ile Eli’nin ölen babasının kaderleri kesişiyor…


11 Ocak 2009 Pazar

Katzelmacher


Sinemada yabancı film izlemeyi uzun süre önce bıraktığım için festivaller dışında yeni filmleri yakalama şansım pek olmuyor, o yüzden bu filmleri bir sene geriden takip ettiğimi söylemeliyim. Mesela bu hafta normal şartlarda woody nin filminden bahsedilmesi gerekir, ama filmi izlemedik o zaman yorum da yok. O zaman vizyona giren türk filmleri değerlendirmelerimin yanı sıra arada sırada sevdiğim filmlerden bahsedebilirim. Blog okuyucularını uzun yazılarla sıkmamak gerektiğini düşünüyorum, pek bilinmeyen filmlerden bahsederek size tanıtmayı umuyorum, birkaç cümleyle filmler hakkında bir merak uyandırmaya çalışacağım.

Bu hafta fassbinder in katzelmacher in den bahsedelim. Godard ın fassbinder hakkında dediği on beş sene boyunca bütün Almanya yı tek başına anlatmaya çalıştı, sonra da öldü sözünün başlangıç noktasını oluşturan filmlerden biri katzelmachar. 25 yaşındaki bol yeni dalga soslu ilk film denemesinden sonra aynı sene içersinde bir film daha çeken fassbinder bu sefer tüm kariyeri boyunca deneyeceği gerçek insanları olabildiğince basit bir şekilde anlatma çabasının ilk denemesinde bir apartmanın sakinlerine konuk oluyor. Bu filmde yönetmen yermek yerine göstermek, eğlendirmek yerine düşündürmek istiyor. Bachmann ın faşizm ikili ilişkilerde başlar düsturuna paralellik gösteren bu hikayede fassbinder aynı apartmanda yaşayan, çoğunluğu çalışmayan, zamanını aylaklık yaparak geçiren ve herkesin herkesle yattığı bir hikaye sunuyor seyirciye. Her ne kadar farklı kültürlere ait olsak da insan içgüdülerinin, bilinçaltında yatanların birbirine ne kadar benzediğini bu filmde görebiliriz. İnsanların kişisel gelişiminin önündeki en büyük engellerden biri olan boş zamanlar- bunu tersinden de düşünebiliriz, demek istediğim zamanınızı nasıl değerlendirdiğiniz- karakterlerin basitleşmesine, tek tipleşmesine neden olur. Çalışmakta olan birey bunun önemini sürekli belirtir, arkadaşlarının aksine kadınlarla parasıyla birlikte olur, yine bir işi olan ev sahibesi onlardan ayrılmaktadır ve bu ikisi diğerlerinin alaylarına maruz kalır çünkü maddi olarak olsa bile onlardan ayrılmaktadır. aynı durum diğer kızlara göre daha çirkin olan hatun kişi içinde geçerlidir ve buna benzer bir tutumu o da mahalleye gelen fassbinder tarafından oynanmasının kesinlikle bir tesadüf olduğunu söyleyemeyeceğimiz yabancıya sergiler. Fassbinder “çok eşli” ilişkilerin kokuşmuşluğunu düşülen tezatlarla gösterir, herkes herkesle yatabilir, ama ne zaman dışarıdan birisi gelir, şüpheye düşülür, arkasından konuşulur, komik bir şekilde iftira atılır ve bir de fizyolojik olarak onlardan daha güçlü olduğu öğrenildiğinde bu kadarı fazladır, onun aralarında yeri yoktur. Kısacası fassbinder bir faşizm filmi çeker, çok farklı bir yerde geçse de kültür yapılarımız farklı olsa da başka bir yerde başak şekillerde tepki veren ortak bir hikayeyi anlatır.


Fassbinder'in Katzelmacher'i yönetmeni tanımak isteyenler için iyi bir fırsat diyelim, ömür gedik tarzı bitirelim-merak ediyorum ömür gedik okuyup filme gitmeye karar veren bir insan var mıdır? Her neyse, bu konu dışı, durum böyle.

8 Ocak 2009 Perşembe

"The '80s rule!" (The Wrestler)

80'lerin efsane güreşcisi The Ram artık çökmüştür ve sadece para kazanmak için haftasonu mahalli güreşlere katılmakta, hafta içi de gündelik işlerde çalışmaktadır. vücudu artık bu spora dayanamayacak derecede yıpranmış olmasına rağmen, yüklü miktarda ilaç desteği alarak büyük bütçeli ve kanın su gibi aktığı bir dövüşe katılırmayı kabul eder. sağ salim! biten dövüş sonrası soyunma odasında işler pek yolunda gitmez ve “the ram” kalp krizi geçirir, by pass ve ve doktor artık dövüşemeyeceğini söyler. hayatının tek amacından kopunca etrafına bakar ve neleri harcadığını, neleri kazandığını görür. yeniden hayata tutunmaya çalışmasıyla olaylar gelişir.

İzlerken `the ram` diye bir güreşcinin gerçekten de yaşadığını düşünüyor insan. Belki de de onun Mickey Rouke’un kendisi olduğunu. Aslında düşünüldüğünde şaşalı dönemlerinden sonra bir süre ortalarda görünmeyen Rourke, the ram ile benzer benzer bir hayat yaşamıştır. Golden Globe’da ödülünü alırken yaptığı konuşma da bu düşünceyi destekler nitelikte. Bu başarılı oyunculuğun yanı sıra Darren Aranofsky'nin bizi Randy’nin peşi sıra gezdirmesi de bu hisse kapılmamızda oldukça etkili.


`The ram` güreş dışında neredeyse sadece Cassiday(Marisa Tomei) ile görüşmektedir. ancak cassiday'in de sürekli tekrar ettiği gibi bu sadece iş ilişkisidir. The Ram ona yaralarından bahseder bir ara, geçmişe dair bu izler bir bakıma, Cassiday'nin derisinde taşıdığı dövmeleriyle ve geçmişleriyle örtüşmektedir. Cassiday henüz taş gibi olsa da, yaptıkları işler dolayısıyla ikisi de vücutlarını bu yolda tüketmiştir yıllar yılı ve eskidiklerinde kendilerinden geriye pek birşey kalmamış/yacaktır.

Cassiday'den istediklerini duyamaz ve yıllardır ihmal ettiği kızıyla iletişime geçmeye çalışır. bunda biraz başarılı olur gibi olsa da kendi yaşam tarzı, buna pek de izin verecek gibi değildir, yıllardır olduğu gibi. kendisini hayata bağlayabilecek iki kadından da umduğunu bulamaması bir nevi bir erkek için olabileceklerin en kötüsüdür kendisinin de kızına sahilde söylediği gibi;
"I'm an old broken down piece of meat and I deserve to be all alone... I just don't want you to hate me."

The Ram’in Randy olmaya çalıştığı markete çalışmak için ilk girişinde, ringe girer gibi bir hava yaratmıştır yönetmen ve tabii ki orası bir ring değildir. Bir süre eğlenceli hale gelmeye başlar gibi görünse de market hayatı, öyle olmadığı kısa sürede ortaya çıkar. “şu hayatta en iyi yaptığın işi yapacaksın” mottosuyla marketteki işinden ayrılırken Randy, marketi ringe çevirerek olması gerektiği kişiye dönüşmüştür. Hayatını verdiği kişiden başkası olmak onun için ölümden pek de farklı değildir aslında.


Tam da bu noktada yönetmen izleyiciye beklediğini mi verecek diye bir düşünürken olabildiğince abartısız şekilde The Ram son dövüşüne hazırlanır. (son dövüş kısmında İran vs. Amerika olmasının da vardır muhtemelen belli bir amacı.). Dövüşün sonunda The Ram rakibine son darbeyi vurmak için ringin yanındaki iplere çıkar. (Golden Globe’da yaptığı konuşma bu sahneyi andırmaktadır bence.) Seyirciler coşmuştur. Herzaman, belki de sonsuza kadar olmak istediği yerdedir The Ram. ve ekran kararır... film bu şekilde bitmez herhalde diye düşünecekken Bruce Springsteen tıngırdatmaya başlar. ve gerisi bize kalır...